Makale

Nurullah Genç ile Yaşamı ve Şairliği Üzerine

Nurullah Genç ile Yaşamı ve Şairliği Üzerine…

Prof. Dr. Nurullah Genç, 1960 yılında Erzurum’un Horasan ilçesinde doğdu. İlkokulu, köyünde okul olmadığı için akrabalarının yanında iki ayrı köyde iki yıl üç ay okuyarak bitirdi. Ortaokul birinci sınıf için Kars’a gitti; teyzesinin yanında Merkez Ortaokuluna devam etti. Amcası köyden Horasan’a evini taşıyınca, ortaokul 2 ve 3. sınıfları onun yanında okudu ve Horasan Ortaokulundan diploma aldı. Erzurum İmam Hatip Lisesini 1979 yılında birincilikle bitirdi. 1979 yılında Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesini kazandı. 1983 yılında fakülteyi bitirdi. 1984 yılında aynı fakülteye araştırma görevlisi olarak girdi. Yönetim ve Organizasyon alanında yüksek lisans yaptı. 1990’da doktor, 1995’te doçent, 2001 yılında profesör oldu. 2003 yılında Kocaeli Üniversitesine geçti ve orada yedi yıl çalıştı. 1994-2013 yılları arasında kamu ve özel sektör kuruluşlarına danışmanlık hizmeti veren Genç, 2010 yılında emekli oldu ve İstanbul Ticaret Üniversitesinde çalışmaya başladı. Bölüm başkanlığı ve dekanlık görevlerinde bulundu. İstanbul Ticaret Üniversitesinin 2012-2017 Stratejik Planı’nı hazırlama kuruluna başkanlık etti.

31 Aralık 2012’de Sermaye Piyasası Kuruluna üye olarak atandı. 10 Şubat 2015 tarihine kadar Sermaye Piyasası Kurulu üyesi ve başkan vekili olarak görev yaptı. 1 Mayıs 2015 tarihinde Merkez Bankası Meclis Üyesi olarak göreve başladı. Hâlen bu görevini sürdürmektedir.

Okulun ve elektriğin olmadığı bir köyde çocukluk günlerinizi geçirdiniz. Ruh dünyanızın oluşumunu sağlayan bu günlerden bahseder misiniz?

Erzurum’un Horasan ilçesine bağlı eski adı Pinaduz, yeni adı Dikili olan bir dağ köyünde dünyaya geldim. Bu köy, I. Dünya Savaşı’nda yerle yeksan olmuş ve dedemin, köylüleri de yanına alarak tekrardan imar ettiği bir köy. Tabiri caizse küllerinden meydana gelmiş ve geleneğini bir şekilde devam ettirmiş bir köy. Dağın yamacına kurulu köyde imkânların çok kısıtlı olması, tabiat şartlarının da çetin olması gibi olumsuzluklarının yanı sıra pek çok olumlu yanlarıyla da büyüdük. Evvela dedemin köyü yeniden imar ettikten sonra belki de Horasan’dan gelen erenlerin mirası o 200 yıllık bir irfan geleneğinin devam etmesi köyümüzün çok önemli bir unsuruydu.

Medrese tahsili görmüş olan dedemin önderliğinde, köyümüzde akşam namazı sonrası konak odası olarak adlandırdığımız tüm köylünün geldiği o odada Hz. Peygamber’in hayatının anlatıldığı kitaplar, Ahmediye, Muhammediye, Battal Gazi Destanı ve Hz. Ali’nin cenknameleri okunurdu. Yatsı namazından sonra da şiir ve musiki faslı başlardı.

O kış gecelerinde ünlü şairlerin divanları, Fuzuli’nin gazelleri gecelerimizi süslerdi. Ben de pek çok şiiri bu meclislerde ezberlemiştim. Bu meclislerin o zamanlar farkında olmadığım ancak yaşım ve öğrenim hayatım ilerledikçe kattıklarının önemini anladım. Dolayısıyla bir adam boyu yağan kar ve onun oluşturduğu esaret başta olmak üzere şehirle aramıza setler çeken her ne varsa aslında bizleri âdeta kültür ve medeniyet dezenformasyonundan kurtarmış. Yani pek çok engel ve olumsuzluk olarak gördüğümüz unsur bizde telafisi zor yaralara da engel olmuştu. İlk öğretimimi aldığım bu kültür hanesinde daha okula başlamadan ilkokulu bitirebilecek kadar bilgi sahibi olmuştum.

“Kahramanların hikâyesinde anlam kazanıyorum ben.” diyerek atıfta bulunduğunuz ve üzerinizde çok büyük emeği bulunan babanızın sizin dünyanızdaki yerini bizlerle paylaşır mısınız?

Babam benim için “O olmazsa ben dünyada ne yaparım.” dediğim kişiydi. Bu düşüncem maddi değil manevi bir kaygıydı. Çünkü o beni gönül dünyasıyla kuşatmış, sarıp sarmalamış ve kendi gönül dünyasında çok önemli bir yere oturtmuştu. Babam maneviyatın yanında maddi anlamda da bana ve kardeşlerime çok önemli dersler verirdi. Maddenin önemli olmadığını, dünyaya bel bağlanmayacağını, bu dünyanın bizim baki kalacağımız bir yer olmadığını, bu dünyanın zenginliğinin gerçek zenginlik olmadığını, bu dünya zenginliğinin bir yük olduğunu, hesabını verebileceği zenginliklerin insan için önemli olduğunu bizlere öğretirdi. Allah’ın bize takdirine şükretmenin asaletini, her şeyin hakkını verme ahlakını hep babamızdan öğrendik. Bununla birlikte muhtaç olmayacak ve rızkımızı elde edebilecek kadar çalışmamız gerektiğine dair de bizlere nasihatte bulunurdu.

Ben her durum ya da olayda kavgaları yatıştıran, dedikoduyu sevmeyen o maneviyat yüklü adama bakardım. Bakalım babam ne yapıyor diye onu izlerdim. Çalışanı seven, dinine, değerlerine, maneviyatına düşkün birilerini gördüğünde sevinen bir adamdı. Bu öğretileri bize dogmatik olarak değil hep düşündürerek verirdi. Çocuklarına değer veren ve onlarla istişare eden böyle bir adam benim bu dünyadaki prototipimdi.

İşte beni gönül dünyasında besleyen, büyüten bir kişiyi kaybetmenin üzüntüsü, acısı gözyaşı olup aktı gözlerimden. Babam vefat ettiği gün “Babası Ölünce Şairin” adlı bir şiir yazdım ve iki ay aralıksız her zaman ve her yerde gözlerimden yaşlar geldi. İşte o gözyaşları gönlümdeki babamı anlattı durdu iki ay boyunca. “Babalar Güzeline Mersiye” adlı şiirim de bu gözyaşlarıyla yazılmış bir şiirdir.

Şiire olan ilginiz ve merakınız nasıl başladı?

Köyümüzde kış aylarında dedemin öncülüğünde kurulan irfan meclislerinde şiirler de okunduğunu söylemiştim. O uzun gecelerin yaşandığı bir kış mevsiminde 5 ya da 6 divan biterdi. Bir dağ köyünde kurulan irfan okulunda 40’tan fazla şairin adını işitmiş, onlara ait şiirleri dinlemiştim. Hatta 10 yaşıma geldiğimde 20’den fazla şiiri ezbere bilirdim. Rahmetli babam, konak odasında misafirlere okuyacağı şiirleri şaşırmamak için önce bana okurdu. Ben babamı dinlerken o şiirler benim zihnime, gönlüme ilmek ilmek işlenirdi. Rahmetli babam, Niyazi Mısri’nin divanı ile Yunus Emre’nin divanını ezbere bilirdi. Hatta beni okula götürüp getirirken yol boylarında bu divanlardan şiirler okurdu. Ayrıca bir amcam, bu meclislerden temel alarak yetişmiş bir halk şairiydi. Şiirin bu denli etkin olduğu bir çocukluk dönemi sonrasında şiirin o büyülü dünyasına kayıtsız kalmam pek mümkün değildi ve kalamadım da zaten.

“Bayrak Şairi” Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirinin hikâyesine benzer liseli yıllarınıza ait bir hikâyeniz var sizin de. Bu hikâyenizi okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Lisede okurken şiirler yazıyordum ve çeşitli bakanlıkların yaptığı yarışmalarda derecelerim oldu. Lise son sınıftayken Erzurum’da büyük çapta bir Çanakkale programı yapılacak ve her okul bu programa katılacaktı. Müdürümüz Abdurrahman Teber Bey beni yanına çağırdı, bana elliye yakın şiir ve yazı ismi bulunan bir liste verdi. Bu listedeki şiir ve yazılar diğer okullara dağıtıldığı için liste dışından bir şiir ya da yazı bulmamı ve onu okumamı söyledi. Ben de Erzurum Halk Kütüphanesinde iki gün boyunca araştırma yaptım ama bulamadım. Hocamızın kapısını çaldım, ona bulamadığımı söyleyince bana kızdı ve bir daha gönderdi. Sonrasında Sıtkı Aras adlı tanıdığımın aracılığıyla Erzurum Üniversitesindeki tarih hocalarına gittim ve listeyi gösterdim. Onlar da bu liste dışında başka bir eser yok deyince çaresizce geri döndüm. Hocamıza tekrardan “Bulamadım.” demekten utandım. Yurda gittim tarih kitabından Çanakkale Destanı’nı birkaç kez okudum. Okuduğum metinlerden yola çıkarak bir Çanakkale şiiri yazdım ama şiirin altına kendi adımı yazmaya cesaret edemedim, Ziya Osman Saba yazdım. Müdür Bey’in odasına gittim. Ziya Osman Saba’nın bir şiirini bulduğumu söyledim. Müdür Bey, şiiri görsün diye edebiyat öğretmenimizi de çağırınca ve öğretmenimiz de şiiri okuyunca şiirin Ziya Osman Saba’ya ait olmadığı ortaya çıktı. Katlanan mahcubiyetimle birlikte “Hocam, ne kadar aradıysam bulamadım. Size eli boş dönmekten utandım ve oturdum şiiri ben yazdım.” deyince Müdür Bey, bana sarıldı; okuldaki tüm dersleri tatil etti, öğretmenlerimizi ve öğrencileri konferans salonuna topladı. Salondakilere hitaben konuşma yapan Müdür Bey, beni çağırdı ve yazdığım şiirimi okumamı söyledi. Şiiri okuyunca salonda bir alkış tufanı koptu. Tören günü geldiğinde şiiri nasıl yazdığıma dair kısa bir konuşma sonrasında şiiri okudum. Bundan çok etkilenen ordu komutanı gelip bana sarıldı. Hem okuldaki hem de tören alanındaki o eşsiz mutluluğu hiç unutamam.

“Var edenin adıyla insanlığa nur” dizesinin önce gönlünüze oradan da satırlara düşerek başlayan, 1990 yılında Türkiye Diyanet Vakfı N’at-ı Şerif Büyük Ödülü’nü kazandıran “Yağmur” şiirinin serencamından kısaca söz eder misiniz?

Köyümüzdeki o şiir meclisleri hep naatla nihayet bulurdu. Kendisi de şair olan rahmetli Rıza amcam naat okurdu ve o zamanlar: “Bir şair naat yazmamışsa adam olmamıştır.” derdi. Ta o zamanlardan zihnimde kalan bu söz, üniversite yıllarımda şiirlerim dergilerde yayımlanmaya başlayınca yeniden karşıma çıktı. “Ben de bir naat yazmalıyım.” düşüncesi o günlerde başladı. Elliden fazla naatı inceledim, analizini yaptım. Defalarca naat yazmayı denedim ama bir türlü yazamadım. Naat denemelerimin hepsine “Yağmur” ismini verdim. Bu naat denemelerim tam 10 yıl sürdü. “Artık ben şiir yazmayı bırakmalıyım çünkü bir naat yazamıyorum.” diye düşünmeye başladığım günlerde İstanbul’dan Erzurum’a bir yağmurlu havada yolculuk yapıyordum. Yağmurlu bir gündü ve trafik tıklım tıklımdı. Otobüsümüz 4-5 saat yolda kaldı. O mahrumiyet vakitlerinde derin bir tefekkür hâli sardı beni. O hâl üzereyken birden dilimden şu satırlar döküldü: “Sensiz ufuklarıma, yalancı bir tan düştü/ Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü/ Bir kölelik ruhuma mahkûm olunca/ Gönül yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü” Hemen otobüs biletinin arkasına yazdım. Kalbim heyecandan hızlı hızlı çarpıyordu. İçimden de: “Allah’ım herhâlde bir şeyler yazmaya başlıyorum.” dedim. Otobüs hareket etti ancak o kadar heyecanlıyım ki arada bir bileti çıkarıp o satırları tekrar tekrar okuyordum. Eve varınca da hanıma dedim ki: “Ben bir şiir yazmaya başladım, bitinceye kadar tahammül eder misin?” deyip izin istedim ve başladım çalışmaya. Çalışmam tam üç ay sürdü. Üç ay boyunca yemek ve ders için odamdan çıkıyordum. Onların dışında odamdan hiç çıkmadım. Üç ay sonunda şiir bitti. Başta ailem ve arkadaşlarımdan helallik istedim. Arkadaşlarıma aralarında olamayışımın nedenini anlattım ve “Yağmur” adlı naatımı onlara okudum. Hepsinin gözleri doldu. Sonrasında Horasan’a gittim, orada Muhammed Zeki Bayram adlı mübarek bir zat vardı. Yağmur’u ona da okuyunca: “İşte şimdi adam olmuşsun.” dedi. Bir zamanlar amcamın söylediği bu sözleri kendisinden de duyunca çok duygulandım ve ağladım.

Şiir, biz okuyuculara tüm hakikati öğretemeyebilir belki ama hakikate yönelik bizlere hangi kapıları aralar ve bizlere neleri keşfettirir?

Şair, kelimelerden tasarrufta bulunan bir mutasarrıftır. Tasarrufta bulunduğu kelimelerin iç âlemine birçok imge ve hakikati sığdırabilir. O kelimelerle kültür ve irfan âleminden bilgiler taşır. Bu bilgileri bir muallim edasıyla vermez. Şairin ilmi yönden derinliği olan bir kelimeyi kullanmış olması, okurun o kelimenin ardı sıra o ilme yönelimini sağlar. Bu yönelim okura ilim dünyasının kapılarını aralar.

Çeşitli ilim, bilim, kültür ve irfandan da beslenen şiir, ahenkli sözün yanı sıra kendine has bir musikiyle kişinin duygu dünyasını zenginleştirir. Kendimizi başkalarının yerine koymamızı sağlayacak ahlaki bir unsura dönüştürebilecek kadar da güçlüdür şiir. O yüzden şiir seven ve yazan bir kimse, başkalarına acı vermekten çekinir, imtina eder. Şiir bir insanın varlığını ve duygularını anlamakta ona yardım eder. Şiirle uğraşan ve iç içe olan bir kimse naif bir kimse hâline gelir ve herhangi bir kimseyi incitmekten kaçınır.

Şiir, aynı zamanda insanda bir şuur oluşturur. Şiirin ilmî bir yanı olduğu için şuurla yazılması gerekir. Şairin değerlerinden ve duygu dünyasından ortaya çıkan şiir, aynı zamanda okuyanda da bir şuur oluşturur. Yani şuurla yazılan ve yeni bir şuur oluşturan bir türdür. Şiirin yaygınlaştığı yerlerde bilinçlilik düzeyi yükselir. Şiirin ve sanatın yaygın olmadığı yerlerde ise bilinç ve şuur düzeyi düşer. Şiir âleminde pek üzerinde durulmuyor ama bu konu çok önemlidir.