Makale

DOĞU’DAN BATI’YA ŞEHİRLERİN HAFIZASI MEZARLIKLAR

DOĞU’DAN BATI’YA ŞEHİRLERİN HAFIZASI MEZARLIKLAR
Tuba Kevser ŞAHİN
Strazburg Din Hizmetleri Ataşeliği Din Görevlisi

Bir şehre gittiğinizde en çok hangi mekânlar ilginizi çeker? Kütüphaneler, müzeler, saraylar, köşkler… Peki ya mezarlıklar? Kimilerinin yanlarından geçerken duyduğu ürpertiye rağmen bir şehir hakkında bilgi alınabilecek en özel mekânlardır mezarlıklar. Birer açık hava müzesi ya da şehir kütüphanesidir diyebiliriz onlar için. O şehirde yaşamış yüzlerce, binlerce insanı dil içinde barındırabilen ve kabrin sahibine göre şekil alarak onu çağlar ötesine taşıyabilen. Bu sebeple İlber Ortaylı mezarlıkları “Bir toplumun uygarlık düzeyini gösteren, rengini en iyi anlatan yerler.” olarak tanımlar ve şöyle devam eder: “Osmanlı mezarlıkları insanı âdeta sessiz, hüzünlü ama sıcak bir tebessümle karşılar. Eski toplumumuzun insanı ölüm olayına, onu geciktirip kaçarak değil, sıcak bir dostlukla kucaklayıp yanına alarak direnir. İstanbul, Bursa, Edirne gibi Osmanlı kentlerinde bazen geniş alanlarda, bazen mahalle aralarındaki mescitlerin etrafında mezarlıklar yer alır. Akdeniz coğrafyasının ölümsüz, soylu ağacı servilerin ve eğrelti otlarının arasında her biri bir üslup harikası olan mezar taşları, dışarıdaki hayatla bir bütünlük içindedir. Ölen bir kadın, hele genç, bir lohusa ise çiçeklerle süslenen gelin başlı bir mezar taşı vardır. Kaleler fetheden bir vezirin mezar taşına sadrazam kavuğu konulmuştur. Onun yanındaki sarıklı bir mezar taşı, ilmiye sınıfından önde gelen bir efendinindir. İki arşınlık mezarın üstünde mermerin ve ölümün soğukluğunu unutturacak sıcaklıkta bir hüsnühatla kazılmış Fatiha ve taş üzerinde ölenin sınıfı ve mesleğiyle ilgili bir alamet…” (İlber Ortaylı, Dünden Bugüne Mezarlıklar, Milliyet Gazetesi, 26.06.1983.) Ölümü hatırlamak pek çoğumuz için oldukça anlamlıdır bu yüzden.

“Neylersin ölüm herkesin başında

Uyudun uyanamadın olacak

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak

Taht misali o musalla taşında”

Mısralarıyla bizlere ölüm gerçeğini hatırlatan şair ne de doğru söylemiştir. Evet, ölüm hepimizin başında ve her an ruhumuz ölüm meleğiyle birlikte kanatlanıp uçabilir. O sebeple asıl gaye insanın yaşadığı zaman dilimini en güzel şekilde değerlendirmesinden ibarettir. Zira Yüce Allah bizlere hangimizin daha güzel amel edeceğini görmek için ölümü ve hayatı yarattığını (Mülk, 67/2.) hatırlatır.

Mükerrem bir varlık olan insanın dirisi olduğu gibi ölüsü de her zaman değerli görülmüştür. O sebeple ölen kişi hangi dine mensup olursa olsun ölümle ilgili ritüelleri insana saygı temelinde gerçekleşir. Zira doğarken tertemiz yıkayıp sarıp sarmaladığımız insanoğlu yeryüzünden ayrılırken de aynı hassasiyeti, aynı saygıyı hak eder. Pek çok dinde mevcut olan yıkama ve kefenleme işlemleri de bu temel düşünceye dayanır. Bu yüzden semavi dinlerde özellikle Yahudilikte ölen kişiyi gönüllü olarak yıkayıp kefenlemek, İslamiyet’te ise buna ilave olarak ölen din kardeşinin cenaze törenine katılmak en önemli ibadetlerden birisi olarak görülür. Yıkama ve kefenleme işlemlerinden hemen sonra da defin işlemi gerçekleşir. Dinsel ve bölgesel farklılıklar mevcut olsa da semavi dinlerde yıkama, kefenleme ve defin işlemleri birbirine oldukça benzemekle beraber her dinin kabristanı kendine mahsus özellikler taşımaktadır.

Ölen bir kimsenin, kendi dininden olan kimselerin mezarlığına gömülmesi genel bir uygulamadır. Bu, ölü ile ilgili işlemler konusunda her dinin kendine has uygulamaları bulunmasından kaynaklanan bir durumdur. Ülkelerdeki kabristan kültürü genellikle kendi coğrafyasında hâkim olan dinî inanca göre dizayn edilmiş olmasına rağmen gerek Müslüman gerek gayrimüslim kabristanlarında diğer din mensupları için de yer ayrılabilmektedir. Mesela 2016 yılında Fransa’nın Nimes kentinde yapılan kazı çalışmalarında VII ila IX. yüzyıllar arasında Arap ordusuna katılarak Avrupa’ya gelen ve Berberi oldukları tahmin edilen üç kişinin kemikleri bulunmuş. Böylece bulunan kalıntılarla Avrupa’daki en eski Müslüman mezarlığının VIII. yüzyıla ait olduğu tespit edilmiş. Yine Fransa’nın Alsace bölgesinde yıllarca Müslümanlar için kendilerine mahsus bir mezarlık bulunmazken 6 Şubat 2012 tarihi itibarıyla Müslümanların da kendilerine ait bir kabristana (Cimetière Public Musulman) sahip olmaları Fransa İslam Konseyi Başkanı Muhammet Mussavi tarafından “tarihî bir adım” olarak değerlendirildi. Günümüzde Avrupa’daki farklı mezarlıklarda da geniş bir alan içerisinde hem Hristiyanların hem de Müslümanların mezarları kendilerine ait bölümlerde yer alabilmekte. Aslında gerek aidiyet duygusu gerek doğduğu topraklara gömülme isteğiyle Müslümanlar, özellikle de birinci kuşak Türkler genellikle kendi yurtlarında defnedilmeyi arzu etmekteler. Mezarların 40 yıllık sürelerle kiralanıyor olması da onların bu talebini destekliyor. Fakat aile efradının çoğunlukla yurt dışında yaşıyor olması sebebiyle ikinci ve üçüncü kuşak Türkler artık bu topraklarda defnedilmeyi tercih edebiliyorlar.

Mezarlıkları incelediğimizde Yahya Kemal’in “Hiçbir şiir bir mezar taşı kadar millî olamaz. Çünkü̈ onda el emeği, göz nuru, sanat vardır ve onlar bize bizi anlatır.” ifadesini hatırlamadan geçemiyoruz. Zira mezarlıklar aynı zamanda bir kültür tanıtımını da yapıyorlar. Fransız sosyal bilimci Jean François Pérouse’un, “Mezarlıklar yalnızca sakinlerinin hayatlarından değil, ilk bakışta göremeyeceğimiz başka pek çok şeyden de bahseder.” sözü de bu düşüncemizi destekliyor. Bu bağlamda Avrupa’daki mezarlıkları gözlemlemek adına içinde Müslüman kabristanını da barındıran Strazburg’taki Cimetière Sud mezarlığını ziyaret ediyoruz. Hristiyanların rengârenk mevsim çiçekleriyle bezenmiş mermer kaplı süslü kabirleri göze çarpıyor. Ölen kişinin mesleğine ya da ilgi alanlarına göre tasarlanmış mezarların her biri kulağınıza bir hikâye fısıldıyor sanki. Müzisyen bir kişinin bolca müzik figürü bulunan mezarının yanı sıra daha küçücükken vefat eden bir yavrunun kabrini oyuncakları süslüyor. Bir kabirde Haç işaretinin yanında gördüğümüz Buda heykeli ve telefon kulübesi şeklinde yapılmış bir aile mezarlığı dikkatimizi çekenler arasında. Kimi kabirlerin üzerlerindeki taze çiçeklerden daha yeni ziyaret edildiği anlaşılırken kimilerinin de sahipsiz oldukları her hâllerinden belli oluyor. Son dönemlerde kremasyon yani ölüleri yakıp küllerini saklama geleneği de yaygınlaşmış durumda. Bu sebeple ölen kişilerin küllerinin saklandığı mermer kaplı bölümler de mezarlıkta özel bir yerde bulunuyor. Bu bölümü ziyaret edenlerden birisine yakınlarının neden bu yöntemi tercih ettiğini sorduğumuzda toprağa gömülme korkusundan dolayı olduğunu, kendi babasının da talebi üzerine yakılarak defnedildiğini belirtiyor.

Ziyaretimiz esnasında bir tarafta oldukça süslü ve şatafatlı gayrimüslim mezarlarının diğer tarafta ise olabildiğince sade Müslüman mezarlarının varlığı dikkatimizi çekiyor. Mezar taşlarından hangi dine ait olduklarına vakıf oluyoruz. Berberiler başta olmak üzere Arap ve Türk kökenlilerin defnedildiği ve sadece Müslümanlara ait olan Cimetière Public Musulman’da mezarlarda sadelik daha hâkimken karma bir mezarlık olan Cimetière Sud’da Müslüman mezarlarının bazılarının gayrimüslim mezarlarına benzemesi dikkatimizi çekiyor. Gayrimüslimlerden etkilenen Müslümanların melek figürlü biblolar, tesbihler ve kandillerle mezarlarını süslediklerine şahit oluyor hatta Müslüman bir kadının ölmüş anne ve babasının mezarları başında mum yakmasını oldukça yadırgıyoruz.

O gün farklı coğrafyalardan gelen farklı inançlara sahip insanların mezarlarını ziyaret ederken kabristan ziyaretinin kalpleri yumuşattığını ve ölümün en etkili vaiz olduğunu (Tirmizi, Kıyamet, 24.) bizlere söyleyen Allah Resulü’nün öğütlerini bir kez daha hatırlıyoruz. İçinde yaşadığımız fani dünya ile ebedî hayat arasında bir geçiş kapısı olan mezarlıkların bizler için nice hikmetler barındırdığının idrakiyle mezarlıktan ayrılıyoruz.