Makale

VARDAR KIYISINDA BİR OSMANLI ZABİTİ: ÖMER SEYFETTİN

VARDAR KIYISINDA BİR OSMANLI ZABİTİ: ÖMER SEYFETTİN

Emin GÜRDAMUR

Vardar Nehri’nin kenarındaki seyrek söğüt ormanından beyaz atıyla bir Osmanlı zabiti çıkıyor. Üç haftadır muhafız ahırında istirahat etmiş atının uyuşukluğunu fark edince gayriihtiyari kırbacına davranıyor. Zabit, sadece Rumeli’nde değil, parçalanmak üzere olan büyük bir haritanın üzerinde umutsuzca dörtnala at sürüyor. Damarlarında bir saldırı, bir harp iştiyakı yükseliyor ve yaşadığı çağı, devletinin düştüğü hâli, sefil sulh ortamını yadırgıyor. Derin bir iç çekişle ağzından çıkan sözler havada kıvılcım gibi izler bırakarak gerisine düşüyor: “Ah, dört beş asır evvel yaşasaydım!”

At, sahibinin heyecan ve elemiyle bütünleşmiş bir hâlde son sürat tarlalardan geçerken yerden kalkan toz ve çamur parçaları etrafa, ecdadının bu toprakların üzerinde akıncılık ederken, zaferden zafere koşarken ne kadar mesut ve mağrur olduğunu düşünen zabitin üzerine sıçrıyor. “Hâlbuki biz, silahsız, kansız, azametsiz olduğu kadar yorucu, harap edici olan mücadele-i medeniyetin biçare muharipleri, ne kadar sefiliz…” diye mırıldanıyor genç subay.

Bir yanda çamurlu Vardar, öbür yanda yükselip alçalan ama kesintisiz, “ecnebi bir yılan gibi uzanıp giden” demiryolu. Bu koşu boyunca durdurulamaz bir elemle ağlamak isteği duyan genç adam, Üsteğmen Ömer Seyfettin’den başkası değildir. Atın sırtında, bir yanı “sefil barışın” egemen olduğu kasabaya, bir yanı dağlara, isyana, kahramanlık çağlarına doğru koşmaktadır. Ömer Seyfettin’in At hikâyesindeki subayın isyanı ve inkırazı pek çok açıdan müellifin kendi haletiruhiyesini yansıtmaktadır.

Ömer Seyfettin, dilde sadeleşme akımının temsilcilerinden hatta öncülerindendi. Onun dile yaklaşımı Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin Türkçede kalması, kaidelerinin ise kullanılmamasını ihtiva ediyordu. Ayrıca Batı menşeli kelimelerin özenti hâlinde Türkçeyi istila etmesine de tepkiliydi. Halit Fahri Ozansoy, onun Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ını gözleri parlayarak okuduğunu ve övgüler dizdiğini aktarır. Ömer Seyfettin temel olarak imtiyazlı edebiyata karşıydı. Ağdalı, halkın anlamadığı, tumturaklı terkipler yerine İstanbul Türkçesinin yazı diline egemen olmasını savunmaktaydı.

Ayrıca hem güncel hem de tarihî hikâyelerinde millî ve manevi değerleri öne çıkarmış, kahramanlığı ve fedakârlığı işlemiş, insani erdemleri ve ahlakı her hâlükârda korunması gereken seciyeler olarak işaretlemişti. Diyet’te kimseye minnet etmemeyi, Falaka’da yalan söylemenin zararlarını, Pembe İncili Kaftan’da millî gururu bir değer eğitimi dikkatiyle gençlere aşılamıştır. Ömer Seyfettin hayatı boyunca gayrimillî düşünce ve oluşumlardan uzak durmuştur. Yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Meşrutiyet’ten önce Balkanlar’da mason kulüplerinden yararlandığını, masonluğun bürokrasi ve aydın çevrelerinde yaygın olduğunu; o kadar ki kendisinin, Ömer Seyfettin’in ve Ziya Gökalp’in dışında mason kulüplerine üye olmayan kimsenin kalmadığını söylemiştir. Kendilerinin ise onların “insaniyetperverlik süsü altındaki kozmopolit temayülüne muhalif” olduklarını aktarır. (Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin Hayatı-Karakteri, Edebiyatı, İdeali ve Eserlerinden Numuneler, Remzi Kitabevi 1947, İstanbul.) Ömer Seyfettin, Balkanlardaki bu trajik durumu ve masonluğun milletler üstü olmak fikrinin sahtelik içerdiğini Primo Türk Çocuğu adlı öyküsünde gözler önüne sermiştir. Kalemi, mefkûresine tabiydi. Pek çok güncel meseleyi öyküleştirmekten ve yayımlamaktan imtina etmemiştir. Ömer Seyfettin, kolayca anlaşılan dili ve millî değerlere yaptığı vurgu sebebiyle Cumhuriyet dönemi boyunca da okullarda öncelenmiş ve derslerde okutulmuştur. Bundan dolayı bütün Anadolu’da her yaştan insan tarafından Ömer Seyfettin kadar bilinen, tanınan ve sevilen ikinci bir modern hikâyeci uzun yıllar boyunca olmamıştır.

Balkanların elden çıkışı Devlet-i Aliyye için sonun başlangıcıydı. Ömer Seyfettin neredeyse başından sonuna kadar bu çöküş yıllarına şahitlik etmiştir. Vatan topraklarının parça parça elden çıktığı, Balkanlardaki milliyetçi akımların Osmanlılık fikrini dumura uğrattığı, ordunun tepeden tırnağa siyasete bulaştığı bir dönemde subay olarak göreve başlamıştı Ömer Seyfettin. Onun başta milliyetçi, mefkûreci düşünceleri olmak üzere dil, din, Batılılaşma meseleleriyle ilgili kanaatleri ve kısa ömrüne sığdırdığı bütün eserleri, bir yıkımın gölgesinde teşekkül etmişti. Balkan Harbi öncesinde Türklerin Balkanlarda düştüğü durumu bizzat yaşamış, büyük bir umutsuzlukla tetkik etmiş ve eserlerinde yaklaşan Balkan Harbi’ni önceden haber vermiştir.

On yaşındayken şahit olduğu İstanbul depreminin daha büyüğü, daha dehşetengizi ayaklarının altında tecelli etmekte, vatan çatırdamaktaydı. 31 Mart olaylarını Manastır’da izleyen, Trablusgarp’ın işgalini Selanik’te haber alan, Balkan savaşına iştirak edip esir düşen, mütareke yıllarına kahırla şahit olan Ömer Seyfettin, hayatı düşüncelerine, düşünceleri hikâyelerine yansımış bir Osmanlı münevveridir. Bundan dolayı hikâyelerinin izini sürerek düşüncelerine ve hayatına dair ayrıntılara ulaşmak mümkündür. Hikâyelerindeki pek çok sahne ve olay kendi hayatından kesitler içerir. 11 Mart 1884 tarihinde Balıkesir’e bağlı Gönen kazasında dünyaya gelen Ömer Seyfettin, And hikâyesine “Ben Gönen’de doğdum.” diye başlar. Kaşağı ve İlk Namaz hikâyelerindeki ev ve mahalle tasvirleri, anne figürü, neredeyse birebir gerçek hayatından fragmanlar içerir. Falaka, bir dönem babasının tayini nedeniyle gittikleri Ayancık’ta geçmektedir. Kaşağı’da kuşpalazından ölen Hasan onun gerçek kardeşidir. Vefatına yakın yıllarda yazmaya başladığı ve yarım bıraktığı Bekârlık Sultanlıktır adlı romanının giriş bölümünde, mahalle ve cami adlarına varıncaya kadar çocukluk muhitinden bahsetmiş, annesi tarafından eğitimi için İstanbul’a getirildiği dönemi anlatmış, dedesi Kaymakam Mehmet Bey’i, annesi Fatma Hanım’ı adlarıyla telaffuz etmiştir. Hürriyet Bayrakları, Nakarat ve İrtica Haberi hikâyeleri de büyük ölçüde Balkan devresine dair anı defterinden hareketle örülmüştür.

Bu onun yazıları ve yaşamı arasına bir mesafe koymadığını, yaşamıyla yazdıklarının iç içe, tıpkı duygu ve düşüncelerinde olduğu gibi sarmaş dolaş geliştiğini göstermesi bakımından önemlidir. Eyüp Askerî Baytar Rüştiyesi’nin ardından 1900 yılında Edirne Askerî İdadisi’nden mezun olan Ömer Seyfettin on altı yaşında İstanbul’a dönüp Mekteb-i Harbiye-i Şahane’ye başlar. Bu sırada İstanbul’daki dergilerde şiirleriyle boy gösterir. Makedonya’daki karışıklık nedeniyle 1903’te “sınıf-ı müstacele” denilen bir hakla erken mezun olup teğmen rütbesiyle Kuşadası Redif Taburuna görevlendirilir, 1906’da da İzmir’de yeni açılan jandarma er okuluna öğretmen olarak atanır. Burada geçirdiği üç yıl boyunca, edebiyat çevrelerinden pek çok isimle tanışır. İzmir devresi onun düşüncelerinin olgunluk kazanacağı bir kuluçka evresi olur.

1909’da Selanik’te 3. Orduda görevlendirilen Ömer Seyfettin, Manastır, Yakorit, Köprülü, Cuma-yı Bâlâ başta olmak üzere pek çok köy ve kasabada görev yapmıştır. Bomba, Beyaz Lale ve Tuhaf Bir Zulüm gibi Balkan çetecilerin Türk düşmanlıklarıyla ilgili hikâyelerini buralarda edindiği gözlemlere dayanarak kaleme almış, sözgelimi Bomba hikâyesinde, komitacıların kendi soydaşlarına bile zulümde sınır tanımadıklarını çarpıcı bir kurguyla okurlarına duyurmuştur.

Öğrencilik yıllarında başladığı edebî faaliyetlerine askerliği süresince de ara vermemiş, boş zamanlarını okuyarak ve yazarak geçirmiştir: “Bir elinde mavzer, ayaklarında dolama çarık, göğsünde çapraz bağlanmış fişeklik, sarp Balkan’da, Bulgar komitacıları izlerken, Bulgar köylerinin basık ve tavanları isten kararmış hanlarında, dağ eteklerine sığınmış sınır karakollarında, yağ kandillerinin veya ocak ateşlerinin ışıkları altında okumaya ve arkadaşlarına mektuplar karalamaya çalışır, bazen de ıslak çadırın içinde titreyerek ısınmaya çabalarken büyük çam ormanlarının kuytuluklarına sığınmış oduncu kulübelerinin çıtırtılı ocak ateşleri karşısında dalgın hülyalar kurarken, onun içinde İstanbul’dan İzmir’e getirdiği, oradan da Balkanlar’a sürüklediği bir eski kişiliğin bazı yönleri yavaş yavaş kılık değiştiriyor, yeni bir Ömer Seyfettin, dağdan elinde ateşle inecek bir öncü doğuyordu.” (Tahir Alangu, Ömer Seyfettin, YKY, 2. Baskı, Ağustos 2017, s. 106.) Yakup Kadri Karaosmanoğu da onun askerliği boyunca da fikri meselelerle uğraştığını söyler. Dostlarının tavsiyesiyle askerlikten istifa edip hayatını yazar ve öğretmen olarak sürdürmek üzere Selanik’e yerleşen Ömer Seyfettin, burada Genç Kalemler dergisi etrafında dil merkezli bir fikir hareketinin yükselmesine vesile olmuş, ancak bir yıl süren sivil hayatının sonunda Balkanlardaki karışıklık sebebiyle yeniden askere çağrılmıştır. Yanya kuşatmasında esir düşen ve Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında bir yıla yakın esaret hayatı yaşayan Ömer Seyfettin, 1913’te İstanbul’a dönmüş, vefatına kadar yazarlığa ve Kabataş Sultanisi’nde öğretmenliğe devam etmiştir.

İlk Namaz adlı meşhur hikâyesinde, annesi tarafından ilk kez namaza kaldırılan, onun refakatiyle abdest alıp namaz kılan, dua eden ve sımsıcak yatağına yatıp oradan yeşil başörtülü annesinin Kur’an okumasını seyreden, cennetteki gülleri hayal eden bir çocuğun, sonraki yıllarda bunları özlemle hatırlayışını anlatır Ömer Seyfettin. Geçmişe özlem, onun eserlerinde sıklıkla gözlenir. Bu özlem geleneksel bağların hatıralar üzerinden yazarı ve onun temsil ettiği Meşrutiyet aydınının yaşadığı travmadan kurtulmak isteyişi imler. Geçmişe özlem aynı zamanda bir Meşrutiyet aydını olan ve neredeyse diğer bütün akranlarında gözlenen fikri sarsıntının vicdani bir tezahürüdür. Hikâyede, annesinin “Kur’an tutan ince parmaklarıyla” başı okşanan ve öylece uyuyan çocuk artık geçmişte kalmıştır. Hayat şimdi tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansızdır. Her şey boştur. Hiçlik duygusu her şeye egemendir. “Şimdi mülevves emellerle, hırslarla”, “tahammülsüz bîkararlıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyetim…” ifadeleri, Batı’nın entelektüel birikimi karşısında sarsılan, cesaretini yitiren ve fakat bununla birlikte Batılılaşmaya şiddetle karşı çıkan inkıraz neslinin çığlığı olarak okunmaya müsaittir. Geleneksel düşüncedeki kimi açmazların, zihinlerdeki tıkanıklığın farkında olan Ömer Seyfettin eserlerinde sıklıkla Doğu ve Batı karşılaştırmasına başvurur. Aslında o da akranları gibi Tanzimat’la başlayan modernleşme sancılarının içinde gözlerini hayata açmıştı.

Yazar, modernleşmeyi dünyanın her yerinde olduğu gibi Osmanlı’da da kadın imgesi üzerinden tartışmaya açmıştı. Bahar ve Kelebekler adlı hikâyesinde eski ile yeni, kurmaca kılığında, nine ve torunda tecessüm etmiş fikirler olarak karşılaştırılır. Hikâye mazi ile atinin yüzleşmesidir. Nesiller arası uçurumun resmedildiği Bahar ve Kelebekler’de bir nineyle torunu arasında geçen konuşmalar yer alır. Genç kız Fransızca bir roman okumakta, ninesi ise onunla konuşmak istemektedir. Kitabın adını soran ihtiyara genç kız, “Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar” diye cevap verir. “Onlar kimmiş?” diye sorar muhteşem mazi fikrini temsil eden nine ve hayret edeceği bir yanıt alır: “Biz… Türk kadınları...” Torununun şahsında gençliğe acır ihtiyar kadın. Hiddetlenir ve titreyen ellerini koltuğun yanlarına dayayarak konuşmaya başlar: “Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı? dedi, hayır, hayır, hayır. Türk kadınları asla sevinç ve saadetten mahrum değildiler. Sevinç ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar… Siz bozuldunuz. Siz büyük annelerinize benzemediniz. Ah biz… Gençken ne kadar mesut idik. Bütün meşguliyetlerimiz neşe ve eğlence idi. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kabarıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahlûk oluyorsunuz.”

Nine geleneğin içinden konuşmaktadır. Yeni zamanlar karşısında hayretler içinde olduğu kadar gençliğin mahvına sebep olan şeyin de farkındadır: Batılılaşma. Frenkliğin bir veba gibi topluma yayıldığını, yanaklardaki allığı, dudaklardaki tebessümü sildiğini, feraceleri parçalayıp pabuçları attığını, “Eşyamızı, esvaplarımızı, evlerimizi değiştirirken ruhları” da değiştirdiğini düşünür. Âdetlerle birlikte sevinçlerin de söndüğünü, şimdi her şeyden nefret eden, her şeyi karanlık gören, hasta, tedavisi imkânsız, şaşkın ve mustarip bir neslin doğduğunu söyler: “Her şey yalan her şey sahte her şey taklit oldu. Ananelerimiz öldü. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılap etti…” (Ömer Seyfettin, Hikâyeler 1, Dergâh Yay. 5. Baskı, Eylül 2017, s. 169-180.)

Şeker hastalığına yakalanan Seyfettin, son yıllarını bu hastalıkla mücadeleyle geçirmiş, Haydarpaşa Numune Hastanesinde hayatını kaybetmiştir. Vefatında kendisine kimse sahip çıkmamış, otopsi masasındaki fotoğrafı sonradan büyük tartışmalara konu olmuştur. Fotoğraf basına yansıyınca yakınları ve arkadaşları hastaneye akın edip na’şına sahip çıkmışlardır. Hayatı boyunca toplumsal ve siyasi meselelere duyarlı kalan Ömer Seyfettin, 6 Mart 1920’de, yani 36 yaşında vefat ettiğinde ondan geriye 151 hikâye, 109 şiir ve onlarca makale kalmıştır.

Ömer Seyfettin’in bütün düşünce hayatı, âdeta Vardar Nehri’nin kenarındaki seyrek söğüt ormanında beyaz atıyla yol alan zabiti anımsatır. O zabit bir devri, bir devrin sancılı aydın tipini temsil etmektedir. Parçalanan bir haritanın üzerinde umutsuzca dörtnala koşan atının sırtında, bir yandan ceddinin ihtişamlı tarihini yâd etmekte, bir yandan “silahsız, kansız, azametsiz olduğu kadar yorucu, harap edici olan mücadele-i medeniyetin biçare muharipleri” olarak yaşadığı çağı yadırgamaktadır. Bir yanı artık ilmi ve terakkiyi temsil eden Batı’yla uzlaşma sefaletini yılgın duygular eşliğinde yaşamakta, diğer yanı dağlara, hürriyete, kahramanlık çağlarına doğru koşmaktadır.