Makale

NECMETTİN NURSAÇAN: “Bizim görevimiz tenkit değil tebliğdir, gönüllere girmektir.”

NECMETTİN NURSAÇAN: “Bizim görevimiz tenkit değil tebliğdir, gönüllere girmektir.”

Mustafa Berk

Değerli Hocam, İslami ilimler alanındaki eğitim hayatınız nasıl başladı?

1952 yılında doğum yerim olan Kayseri/Hacılar ilçesinde ilkokulu bitirdim. Sonrasında merhum Hasan Akkuş Hoca’dan kıraat dersi almış olan bir hocamızdan yaklaşık üç yıl boyunca kıraat üzerine ders aldım. Kayseri merkezdeki tarihî camilerde (Hunat Camii, Cami-i Kebir) görevli hocalarımız klasik usulde dersler yaparlardı. Ben de bir süre başta sarf-nahiv olmak üzere fıkıh, hadis, tasavvuf gibi temel İslami ilimleri bu hocalarımızdan tahsil ettim. 1957 yılında imam-hatip okuluna kaydoldum. Arapça ve diğer İslami ilimlerle iştigale küçük yaşta başlamam sebebiyle sınıf arkadaşlarımın ağabeyi gibiydim. Başarılı bir eğitim-öğretim hayatı geçirerek her yıl iftihar belgesi ile bir üst sınıfa geçmek nasip oldu. Son sınıftayken Diyanet İşleri Başkanlığı vaiz olabilmek için imtihan açmıştı. Nasip oldu ve vaizlik vesikası almaya hak kazandım. Mezuniyet sonrası yapılan sınavda başarılı olarak İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne kaydımı yaptırdım. 2. sınıftayken Kayseri’de açılan Yüksek İslam Enstitüsü’ne naklen geçiş yaptım. Böylece hem vaizliğe devam ediyordum hem de okuluma. İslam Enstitüleri Talebe Federasyonunda farklı kademelerde görev yaptım. Kayseri’de vaiz olarak görev yaptıktan sonra 1989 yılında Kayseri’ye müftü olarak atamam yapıldı. Hayırlı hizmetlerle geçen müftülük hayatımda benim için daha değerli olan şey öyle zannediyorum ki devlet-millet kaynaşmasına vesile olabilmek olmuştur. 2005 yılında Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olarak atandım, 2007 yılında da yaş haddinden emekliye ayrıldım. Görevim esnasında Başkanlığımızın emriyle yurt içi ve yurt dışı irşat faaliyetlerinde hizmette bulundum.

Uzun yıllar din hizmetlerinde bulunmuş bir hocamız olarak bu görevi ifa ederken hangi gayelerle hareket ettiniz?

Cenab-ı Hakk’ın kullarının çok sıkıntıları vardır. Bu sıkıntıların giderilmesi için çözüm de vardır. Bunları duyan insan nasıl seferber olmaz, nasıl gecesini gündüzüne katıp çalışmaz. Rabbimizin kimi kulları vardır ki diğer kullarının ihtiyaçlarını gidermede aracı olurlar. Bir gün Kâbe-i Muazzama’nın karşısında merhum Ali Ulvi Kurucu Bey’le oturmuştuk. Bana, “Necmettin Bey kardeşim, bu mübarek mekânda sizden bir söz almak istiyorum. Vazifeniz müftü, müdür, müfettiş ya da başka bir şey, hangisi olursa olsun illa ki vaiz olun. Çünkü vaizlik peygamberimizin mesleğidir.” demişti. Bu sözleri benim kulağıma küpe olmuştu merhumun. Cenab-ı Hakk’a sonsuz hamd ü senalar olsun ki bugün dahi bizleri milletimize hizmetle şereflendiriyor. Bugün, insanlığın çok sıkıntıları vardır. Biz biliyoruz ki bu dertlerin devası Kur’an ve sünnettedir. Bize düşen ise bu devayı dert sahiplerine usulünce ulaştırmaktır. Müddessir suresinin ilk ayetleri nazil olduktan sonra Hz. Hatice validemiz Peygamberimize (s.a.s.) “Biraz uyusanız Ya Rasulallah!” dediğinde “Ey Hatice, benim için uyumanın zamanı geçti!” buyurmuştu. Sevgili Peygamberimizin uhdesinde birçok görev vardı: Devlet başkanı, belediye başkanı, hâkim, müftü, komutan, müfettiş, imam… Bunların içinde hiç terk etmediği görevi irşattır, imamlıktır. Yaşlılık, hastalık, emeklilik veya benzeri durumlardan ötürü din hizmeti inkıtaya uğratılmaz. Hadis-i şerifte belirtilen müminin derdiyle dertlenmek öncelikle tüm kullar için özel olarak da bizler için daha önemli kılınmış bir vazifedir. Kaygılarımız olmalı insanlara dair, geleceğimize dair, ahiret hayatına dair. İşte bu kaygı bizi bu mesleğe yönelten önemli bir unsurdur. Başta mihraptaki ve kürsüdeki kardeşlerimiz olmak üzere gücü nispetinde tüm insanlar diğer insanlar için ne yapabilirim diye düşünmelidir. “Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim. / Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! / Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım.” diyen millî şairimiz ne de güzel betimler bu kaygıyı. Başta anne babamız olmak üzere üzerimizde emeği olan kişilerin, kurumların da hakkını verebilmek icap etmez mi? Yani bizler devletimizin okulunda okuduysak oradaki öğretmenlerimiz bize emek verdiyse bunun karşılığını ödemek gereklidir diye düşünüyorum. Bir bakıma yaptığımız hizmetle bu emeklerin karşılığını bulduğunu biliyorum.

Hocam, bugünlere gelmenizde katkısı ve emeği olan insanlar elbette vardır. Kendinize örnek aldığınız ve sizde emeği olan hocalarınız kimlerdir?

Musab b. Umeyr’in derdi neydi de Medine’ye gitmişti? Vehb b. Kebşe’nin Pekin’de ne işi vardı? Hala Sultan hazretlerini hangi duygu Kıbrıs’a götürmüştü? Eyüp Sultan’ı İstanbul’a getiren şey neydi? Büreyde b. Husayb hangi ruhla Horasan’a, Merv’e gitmişti? İlk etapta aklıma gelen bu örneklerin sayısı hayli fazlalaştırılabilir. Sahabe-i kiram efendilerimiz ve onların vârisleri ulema Rasul-i Ekrem’in görevlendirmesiyle Medine dışına çıkıp İslam’ı diyar diyar gezerek anlatmışlardır. İnsanların ihtiyacı olan can suyunu verebilmek için her beldeye uğramışlardır. Allah’ın kelamının tüm gönüllere girmesi için yumuşak bir üslup ve sabırla hareket ederek gönülleri fethetmişlerdir. Cenab-ı Hakk’ın dininin bizdeki hakkını biz de elimizden geldiğince koşturarak ödemeye çalışıyoruz. Bu kutlu insanları oradan oraya koşturan gaye ne ise biz de gece-gündüz demeden irşat faaliyetine bu gaye sebebiyle devam ediyoruz. Bunların yanısıra benim üzerimde etkisi olan Abdulbaki Keskin adında bir hocamız vardı. Kendisi Başkanlığımızda farklı mevkilerde görev yapan birisiydi. Edip ve hatip bir insandı. İrticalen ama mükemmel dua ederdi. Bir ayet-i kerime ile 45-50 dakikalık etkili bir sunumu olurdu. Tebliğdeki metodu yapıcıydı. Hocamızın öyle tatlı vaazları olurdu ki bizde vaizlik mesleğinin zevkini uyandıran türden vaazlardı bunlar. Acizane biz de bugün mümkün olduğunca kırmayan, onarıcı bir dil gayreti içindeysek merhum hocamızın bunda payı büyüktür. Ruhu şad olsun.

Yıllarca Cenab-ı Hakk’ın kelamını insanlara anlattınız. Farklı yerlerde farklı insanlarla muhatap oldunuz, bunun da size çokça katkıları oldu. Hizmet hayatınız boyunca sizi etkileyen bir anı ya da hatırayı bizimle paylaşır mısınız?

Emekli olduğum zaman çocuklarım kendi iş yerinde bana bir oda hazırlamışlardı. Evde durmak istemediğim zamanlarda orayı kullanabileceğimi belirterek. Bir gün dahi kullanmadım orayı. Köşeye çekilip ziyaretçi kabul etmek benim tabiatıma ters bir durum. Malumunuz olduğu üzere halen camilerde ve ekranda hizmet etmeye devam ediyorum. Cenazelerde, düğünlerde halkımızın yoğun ilgisi üzerine koşturmayı sürdürüyorum. Bu gibi organizasyonlar bizim insanlara ulaşmamızda birer araçtır. Aslında özelde her görevlimiz ve genelde her insan bildiğini anlatabileceği ortamı bulunca hemen paylaşabilmeli. Bir hadis-i şerifte, “Bildiğini saklayan ya da söylemeyen bir kimsenin ağzına kıyamet gününde ateşten bir gem vurulur.” buyrulur. İlim tahsili yapmış herkesin bu uyarı gereğince bilgisini diğer insanlarla paylaşması gereklidir. Yerinde ve zamanında söylenen bir sözün değerini belirlemek imkânsızdır. Bir nikâh törenine davet edildiysem, asıl vazifenin oradaki nikâhı kıymaktan ziyade hazır bulunan insanlara aile hayatıyla ilgili kısacık ama özlü bir şekilde faydalanabilecekleri bilgiyi vermek olduğunu düşünüyorum. Bir cenaze merasiminde insanları sıkmadan, dozu ayarlanarak konuşulacak birkaç kelamın etkisini yabana atmamak gerekir. Sağ olsun halkımız bize teveccüh gösterip çalışmamıza, daha da gayret göstermemize vesile oluyor. Bir gün cezaevinde vaaz ettikten sonra bir mahkûm kardeşimiz bana şunu dedi: “Hocam, sözlerinizden duygulanıp da söylüyor değilim, gerçekten ben bunun böyle olduğunu bilmiyordum. İki adamın katili aklınıza gelen her kötülüğün de failiyim. Sizin anlattıklarınızı bilseydim bu suçların faili olmazdım” dedi. Yine cezaevindeki gençlerle olan bir sohbetimizde konuştuktan sonra bir genç, “Hocam anlattıklarınızı çok güzel anladım ama sizi ilk defa görüyorum, korkarım bir daha da gelmezsiniz buraya.” dedi. Bunlar benim içimi sızlatan örneklerdi. Başkanlığımız, bu gibi kurumlardaki din hizmetleri eksikliğinin farkına varıp şimdilerde öğrenci yurtlarından hastanelere kadar her yere dokunuyor. Din hizmeti sadece camiye hapsedilemezdi. Camiye gelmeyen veya gelemeyen insana da ulaşmak bizim görevimizdir. İnsanlar bize gelmiyorsa biz onlara gideceğiz. Bir dönem bir vaiz arkadaşımızı yetiştirme yurduna görevlendirmiştim. Belli bir süre oraya sohbet için gitti. Sona erdiğinde yurt müdürü arkadaşımız beni ziyarete geldi; hocam size ve görevlendirdiğiniz arkadaşa teşekkür ederim. Sayenizde bir süredir ekmek israfının önüne geçtik, şu kadar ekmeği çöpe atmaktan kurtardık. Çocuklar ekmeğin israf edilmemesi gerektiğini sizler sayesinde fark etti, bu sadece bir kazanımımız demişti. İşte din hizmetinin bize kazandırdığı şeyleri saymakla bitiremeyiz. Her insanın hayatta bir rolü, konumu var ama Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki bu dünyada bizi bu şekilde istihdam ediyor.

Tüm hizmetlerde olduğu gibi din hizmetlerini sunmada da medyanın ve dijital dünyanın etkinliği yadsınamaz bir gerçek. Toplumun büyük bir kısmına ekranlar vasıtasıyla ulaşan birisi olarak medyada din sunumu hakkında neler söylemek istersiniz?

Göreve başladığımız yıllar geldi hatırıma. Eskiden bir köye giderdik, karşımızda 30-40 kişi olunca ne çok cemaatimiz vardı derdik, bizim için büyük bahtiyarlıktı. Şimdi ekran başında kıtalara ulaşma imkânını elde ettik. Her şeyde olduğu gibi ekranı da amacına uygun kullanırsak bizim için paha biçilmez kıymete sahip olur. Teknolojinin imkânlarından faydalanarak Allah ve Rasulünün mesajını dertli gönüllere iletmek bizim vazifemizdir. Yapıcı bir üslubumuz olmalıdır. Yüce Rabbimiz ayeti kerimede “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.” buyuruyor (Âl-i İmran, 3/159.) Horoz dövüşü gibi birilerine sataşma, birileriyle kavga etme, birilerini eleştirme şeklinde vaaz edemeyiz. Topluma örnek olacak bir insanın kürsüden ya da ekrandan din hizmeti sunarken tenkit edici tavırlardan uzak durması gerekir. Esasen bizim görevimiz tenkit değil, tebliğdir. İkna ederek gönle girmektir. Birleştirici ve ümitvar bir üslup kullanmalıyız. Kavgacı, kırıcı, yaralayıcı bir dil hem muhatabımıza hem de bize zarar verir. Tebliğ etmek görevi bizde, yargılama ve hüküm verme yetkisi Yüce Mevla’dadır. Bir de şunu unutmamak gerekir; bizler dini sunma görevini üstlendik diye insanlar hakkında zanda bulunma hakkını kendimizde görmemeliyiz. Yani demek isterim ki, cemaatimizden nice insanlar bizden takva yönüyle kat kat üstündür. Bize söz hakkı verildi diye kürsüden onları azarlama hakkı doğmaz. Zaten, bilmeyen birisine göre bizim sorumluluğumuz daha fazladır. İlmimizle amil olamıyorsak kendimizi gözden geçirmeliyiz. Kürsüde konuştuğumuz şeyleri kendimiz yapmıyorsak bir yerlerde eksikliğimizin olduğunu fark etmemiz gerekir. Önce biz uygulayacağız ki konuşmaya başladığımızda inandırıcı olalım.

Şüphesiz ki tebliğ ve irşat faaliyetlerinde en büyük örneğimiz rehberimiz Hz. Peygamberimizdir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) irşat metodu nasıldı, günümüze nasıl uyarlayabiliriz?

Yüce Rabbimiz “Ant olsun ki size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128.) buyurmuştur. Bu ayette geçen “harisun aleyküm” ifadesi Rasul-i Ekrem Efendimizin ümmetini ve bütün insanları doğru olan yola irşatta yılmadan, azim ve gayretle, büyük bir sebat örneği göstererek devam etmesine işaret eder ve Peygamberimizi (s.a.s.) bu ifadeyle vasfeder. Bir gün Hz. Abbas (r.a.) “Ya Rasulallah, cübbenizi çekiştiriyorlar, ökçenize basıyorlar, önüne gelen sizinle görüşmesin. Size yüksekçe bir oda yaptıralım.” dediğinde Rasulüllah (s.a.s.) “Canım bedenimde olduğu sürece ben insanların eziyetlerine katlanacağım.” buyurmak suretiyle irşat ve tebliğ faaliyetlerinin her şart altında yapılması gerektiğini bizlere öğütlemiştir. Kutlu Nebi insanlara hep sevgiyle yaklaşmıştır. Doğru yola erişmeleri için hiçbir engel tanımadan canhıraş çalışmıştır. Çabalarına karşılık alamadığı durumlarda derin üzüntüye gark olan Sevgili Peygamberimize, Yüce Rabbimiz bu üzüntüsünden ötürü teskin edercesine vazifesinin sadece tebliğ etmek olduğunu, hidayetin ise yalnızca kendisinden olacağını hatırlatmıştır. (Kehf, 18/6.)

Son olarak, malumunuz Camiler ve Din Görevlileri Haftasındayız. Toplumun manevi önderleri olan din gönüllüsü kardeşlerimize neler söylersiniz? Örnek ve önder din görevlisi nasıl olur?

Rabbimiz “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’ın ve Rasulünün çağrısına uyun ve bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer.” buyurmuştur. (Enfal, 8/24.) Bir gün bir esnaf kardeşimiz bana başından geçen bir olay anlatmıştı: "Hocam, iş yerimde silahlı saldırıya uğradım, hafif yaralarla atlattım. Olay sonrasında “Bana bu olayı yaşatanları nasıl cezalandırırım?” diye düşünmeye başladım. Ciddi ciddi adam öldürmeye niyetlenmiştim. Günlerce kafamda bunun planlarını yaptım. O günlerde mübarek gecelerden birisine denk gelmişti ve annemin zorlamasıyla camiye gittim. Orada sizin vaaz ederken aftan, merhametten, bağışlamaktan, hoşgörüden bahsettiğinize şahit oldum. “Hz. Peygamber (s.a.s.) kızının ve amcasının katilini, Hz Yusuf (a.s.) kardeşlerini affetmişken biz onların yanında nasıl böyle davranabiliriz?” diye sorguladım. Sözleriniz karanlıktaki bir insana ışık tutar gibiydi. Bu işten vazgeçtim. Size ne kadar teşekkür etsem azdır." demişti. Biz hepsinin farkında değiliz ama öyle inanıyorum ki konuşmalarımız vaaz ve nasihatlerimiz yerini buluyor. Halkımız susuzdur, bilgiye açtır. Hani anne kuş gagasında yem getirir, yuvada bekleyen sabırsız yavrularına onu yedirir ya, işte din gönüllüsü hocamız da o anne misali kendisine gelen insanlara öylece bilgisini vermelidir. Aslında kürsüye çıkan her görevlimiz anlatacağı şeylerin birilerinde mutlaka karşılık bulacağını bilerek hazırlanmalıdır. Vaazı sıradanlaştırmamalıyız. Her seferinde ilk defa anlatıyor gibi heyecanla, kaygıyla anlatmalıyız. Konuya iyi hazırlanmalı, insanların derdini dinleyip takip etmeli ve nihayet o dertlerin devasını Kur’an ve sünnetten sunmalıyız. Medeniyetimizin temelinde cami vardır. Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye gelirken Kuba’da ilk iş olarak mescit inşa ediyor, sonrasında Mescid-i Nebevi yapılıyor ve şehrin merkezi oluyor. Hayat, cami etrafında şekilleniyor. Cami halk üniversitesidir, ilim ve irfan ocağıdır, vatanın bekçisidir, oksijen çadırıdır. Hayatın merkezinde cami, caminin merkezinde de biz varız. Öyleyse topluma yön vermek bizim elimizde. Camiyi sevdirerek başlamalıyız işimize. Gelen insanlar tabiri caizse camide aküsünü doldurmalıdır. Öyle hizmet etmeliyiz ki insanlar camiyi özlemle, hasretle beklemelidirler. Hasta kişi hastaneye derdine derman ümidiyle gider. İşte insanlar camiye de böyle geliyor. Kimin ne derdi sıkıntısı vardır bilemeyiz ama bizim görevimiz o dertlere deva olabilmektir. Askerimiz, polisimiz, öğretmenimiz, doktorumuz vatan ve millet sevgisiyle nasıl kendini seferber edip gecesini gündüzüne katıyorsa din hizmeti sunacak olan bizlere de aynı şevkle çalışmaktan başka bir şey düşmez. Vatanımızın onlara ihtiyacı olduğu gibi mutlaka din görevlilerine de ihtiyacı var. Sizler aracılığıyla tüm teşkilatımızın Camiler ve Din Görevlileri Haftasını tebrik ediyorum.

Necmettin Nursaçan 1942 yılında Kayseri-Hacılar ilçesinde dünyaya geldi. İlkokuldan sonra Kiraz Ahmet Efendi, Eyüp Kuruköse, Osman Ustaoğlu gibi Kayseri’nin klasik usulle ders veren hocalarından Kur’an-ı Kerim, Arapça ve İslami ilimler tahsil etti. 1964 yılında mezun olduğu Kayseri İmam-Hatip Lisesinde eğitimine devam ederken Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından açılan imtihanda başarılı olarak vaizlik görevine atandı. Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun oldu. Akabinde Bağdat Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde bir süre ihtisas yaptı. Uzun yıllar Kayseri Vaizi ve Kayseri Müftüsü olarak görev yaptıktan sonra 2005 yılında Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olarak atandı. 2007 yılında yaş haddinden emekliye ayrılan Nursaçan Hoca’nın basılı ve sesli-görüntülü yayınları bulunmaktadır. Ulusal ve yerel televizyon kanalları aracılığıyla irşat ve tebliğ faaliyetlerine devam etmektedir. Evli ve 5 çocuk babasıdır.