Makale

İSLAM MEDENİYETİNİN İKİ KALESİ: CAMİ VE İLİM

İSLAM MEDENİYETİNİN İKİ KALESİ:
CAMİ VE İLİM

Tuğrul Okay

İslam medeniyeti iki kritik mekân üzerine inşa edilmiştir: cami ve medrese. Biri kulun Rabbine karşı sorumluluğunun, diğeri hayata karşı mükellefiyetinin göstergesidir. Allah Resulü (s.a.s.), beşeriyeti vahyin soluğuyla yoğurup ihya ederken fiziki bir mekân olarak sosyal hayatın ortasında konumlandırdığı ilk yapı mescit olmuştur. O, mescitleri sadece Cenab-ı Hakk’a kulluk mekânı değil, sosyal dayanışma meclisleri olarak da düzenlemiş, böylece Ashab-ı suffe başta olmak üzere İslam’ın huzur iklimine giren kadın erkek, genç yaşlı herkes Peygamberimizin mescidindeki sohbet ve istişare halkalarına dâhil olmuştur.

İnsanların dünya ve ahiret işlerinin görüşüldüğü, düzene sokulduğu ve karara bağlandığı bir mekân olarak caminin bu çok yönlü fonksiyonu, İslamiyet’in bir hayat dini olmasından kaynaklanır. İslam dini kişinin Yaradan ile olan ilişkisini, diğer insanlarla yürüttüğü ilişkilerle düğümleyerek eş, aile, akraba, komşu ve insanlık hukukunu iyi bir Müslüman olabilmenin ve Allah’ın rızasını kazanmanın ön şartı olarak belirlemiştir. Bu teolojik nüans, İslam’ı salt bir ibadet dini olmaktan uzaklaştırarak sosyal hayatı tanzim eden bir gönül medeniyetine, inanç ve ahlak sistemine dönüştürmüştür. Bu yaklaşım Hz. Peygamber’in ve dört halifenin vefatından sonra da korunmuş, İslam’ın başka kültürler ve milletlerle buluştuğu çağlarda neredeyse bir ilkeye dönüşmüştür. Camilerin hemen bitişiklerinde inşa edilen medreseler, bugünkü üniversitelere tekabül eder. Medreseler ile orada verilen dinî ve fennî eğitim, cami olgusunun mütemmim cüzü olarak kabul edilmiştir.

Mabetlerin inşasında sergilenen biçimsel anlayış, o yapıları inşa ettiren moral ve motivasyon değerler, ahlaki seciye hakkında bize fikir verir. İslam medeniyetinde caminin ilimle birlikte anılması, bu birlikteliğin mekânın ruhuna sirayet etmesiyle sonuçlanır. Mabetlerin ruhunda insanın tekâmülünü, eğitimini önceleyen bir zarafet söz konusudur. Ragor Garaudy, “Ayasofya ve Süleymaniye’ye bakalım… Hristiyan teolojisi Pascal’ın da dediği gibi, insana bir hiç olduğunu anlatmaktadır… Bu özellik Hristiyan sanatının ruhudur. (Süleymaniye ise) İslam medeniyetini anlatır. Allah’ın varlığını entelektüel değil âdeta fizik olarak da duyurur bize…” (Roger Garaudy, Sosyalizm ve İslam, s. 78, 79.) diyerek Müslümanların mabedindeki bu inceliğe, bu insan merkezliliğe vurgu yapar.

Camilerin bu özellikleri, İslam’ın yayılmasında, olgunlaşmasında ve gönüllere nakşolmasında hayati bir fonksiyon icra etmiştir. Çünkü mescitler Allah’ın evi Beytullah’ın şubeleri olarak tevhit düşüncesine hizmet etmiştir.Dünyanın neresinde olursa olsun bir mescit, Allah’ın evidir ve bir mümin oraya girdiği andan itibaren kendi coğrafi ve kültürel sınırlarını aşan, çok daha büyük ve kesintisiz bir manevi atmosferin parçası oluverir. Bu birliktelik çağlar boyunca Müslümanların ruh dünyalarını şekillendirmiş, tevhidin altını kalın çizgiyle çizmiş, ümmet olmanın bilincine atıf yapmıştır.

İlim Dini İslam

Mekke’den Medine’ye, oradan dünyanın dört bir yanına yayılan İslamiyet, muhatap olduğu toplumların öncelikle zihinlerini yeniden yapılandırmıştır. Tahrif olmuş inançların kalıntılarını temizlerken, ahlakı restore ederken, hak hukuk meselelerini Cenab-ı Hakk’ın rızası doğrultusunda yeniden çerçevelerken bunu alelusul yöntemlerle yapmamış; Kur’an, sünnet, icma, kıyas gibi daha sonra devasa metodolojilere kaynaklık edecek usul ve erkân doğrultusunda gerçekleştirmiştir. Bu ciddiyet ve disiplinli tutum asrısaadetten itibaren dinin temel kaynakları etrafında önemli birikimlerin yeşermesine zemin hazırlamıştır. Söz gelişi müsteşrikler dünyada ilk dipnot sisteminin Müslüman hadis âlimleri tarafından keşfedilip kullanıldığını söylemektedir. Yorum ve rivayet zincirleri üzerine âlimlerin geliştirdiği titiz usul, hayat dini İslam’ın güncel meselelere yönelik hızlı cevaplar vermesinin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. İlme dayanan bu özgüven, Müslümanların Roma, Fars, Hint vb. medeniyet merkezleriyle karşılaşmaktan imtina etmemelerini, hatta söz konusu kültürel birikimlere meydan okumalarını sağlamıştır.

Abbasi halifesi Harun Reşid tarafından kurulan ve oğlu Me’mun tarafından geliştirilen Beytü’l-Hikme, tercüme faaliyetlerine ev sahipliği yapmasıyla bilinir. Bu eğitim merkezinin başına önce Harizmi (770-846), ondan hemen sonra da Kindi’nin
(796-868) geçtiğini görürüz. Sırf bu iki ismin bilime katkısı bugün bile Batılı araştırmacıları hayrete düşürmektedir. Cebir problemlerini geometriyi kullanarak çözen ilk bilgin olan Harizmi, dünyada analitik geometrinin kurucusu sayılır. Kindi ise zaman, mekân ve hareketin mutlak olmadığını, bunların görecelilik taşıdığını ortaya atarak tarihte izafiyet teorisini ilk kez ortaya atan isimdir. Bir diğer önemli husus ise Müslümanların Beytül Hikme’den itibaren dünya bilim mirasından istifade etme becerisidir. Tıp, felsefe, matematik, fizik, kimya alanlarında dünyada elde edilmiş bütün keşifleri ve kuramları iştahla Arapçaya tercüme etmeye çalışan Müslümanlar, bu sayede hem İslam coğrafyasında irili ufaklı pek çok aydınlanmaya sebep olmuş, hem de bu yeni birikimi kendisi dışındaki medeniyetlere
herhangi bir kıskançlık duymadan ihraç etmiştir. Buna sadece bir örnek vermek gerekirse on yedinci yüzyılın ünlü Hristiyan düşünürü Leibniz’in, Orta Çağ’da akılla imanı uzlaştırmaya çalışan keşişlerin “Aristo’nun Arapçadan çevrilen eserlerinin yardımıyla, felsefi düşünüşe” meylettiklerini ifade ettiği alıntıyla yetinebiliriz. (G. Fried Wilhelm Leibniz, Teodise, Ankara: Fol, 2019, s. 58.)

İslam’ın ilk emri olan “Oku” buyruğunun, (her ne kadar müfessirler tarafından literal manasını aşan bir yoruma tabi tutulduysa da) çağlar boyunca Müslümanlar arasında ilme, eğitime, okumaya bir vurgu olarak algılandığını, mekteplerin medreselerin girişlerine Alak suresinin bu ilk ayetlerinin asılmasından anlıyoruz. Kur’an-ı Kerim’de üzerinde ısrarla durulan konulardan biri hiç şüphesiz ki ilimdir. İlim sahibi olmak, bilmek altı çizilen faziletlerdendir. Yine Hz. Peygamber’in ilim öğrenmenin kadın erkek bütün Müslümanlara farz kılındığını söylemesi bu yönde bir dikkat ve ciddiyetin gelişmesine vesile olmuştur. Aksi hâlde Endülüs’ten Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada Müslümanlar yüzyıllar boyu dinî ve dünyevi ilimlerin lokomotifi nasıl olur; Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Biruni, Akşemseddin ve Uluğ Bey gibi kendi dönemini aydınlatan yüzlerce âlim nasıl yetişebilirdi?

Camilerin Değişmeyen Misyonu

Camiler tarih boyunca insanların dinî pratikler, ahlak, hak duyarlılığı gibi hususlarda bilgilendiği yerler olmuştur. Hayatın debdebesine ara verip beş vakit Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkan Müslümanlar orada hem manen arınırlar hem de bilgilenirler. Özellikle cuma vaazları, hutbeler ve çeşitli gün ve gecelerde tertiplenen programlarda edilen sohbetler, Müslümanların günlük yaşamda karşılaşacakları sorunlara dair bilgi ve tecrübe edinmesini sağlar. Camilerde verilen bu eğitim, sınıf, statü, eğitim düzeyi fark etmeksizin toplumun hemen her kesiminin istifade ettiği ahlaki eğitim türü olarak geçerliliğini muhafaza etmektedir. Bugün gencinden yaşlısına, kadınından erkeğine her gün, her cuma, her kandil camileri dolduran milyonlarca insan farkında olarak ya da olmayarak bu cihanşümul eğitimin parçası olmakta, duyuş ve düşünüşünü orada verilen bilgilerle temellendirmektedir. Ayrıca yaz kursları başta olmak üzere yetişkinlere yönelik eğitimleri de göz önüne aldığımızda camilerin tarih boyunca değişmeyen iki temel fonksiyonunun ikisinin de yürürlükte olduğunu fark etmiş oluruz: İlim ve ibadet. Zaten sahih Müslümanlık, bu iki temel üzerine inşa edilebilir. İlimsiz ibadetin ya da ibadetsiz ilimin sahibine de topluma da bir fayda sağlamasını beklemek beyhudedir. Kişinin öncelikle Yaradan ile kuracağı bağ ve bunun devamında inancının hayata sağlıklı bir şekilde yansıması ancak doğru bilgi ve sahih din anlayışıyla mümkündür.

Bugün hâlen dünyanın ve Türkiye’nin dört bir yanında Müslümanlar, dinî bilgilerini büyük ölçüde cami gölgesinde edinmekte, cami merkezli ilim halkalarına dâhil olmayı önemli görmektedir. Muhtelif kanallardan kendilerine gelen dinî bilgileri din görevlilerine sormak suretiyle teyit etmek istemektedir. İşte bu noktada da din görevlilerinin ve Kur’an kursu öğreticilerinin sırtına mühim bir vazife binmekte, bu kritik mevkide bulunanlar ahlaka veya muamelata dair bilgilerini taze tutmalı, temel kaynaklardan sürekli beslemeli, günün sorunlarına muvafık bir çerçevede muhataplarına aktarmalıdır.

Yaygınlaşan iletişim kanalları sebebiyle bir yandan hayatı kolaylaşan insanlar öbür yandan denetimsiz bilgi bombardımanına maruz kalmakta, bu keşmekeş özellikle din ve Allah (c.c.) tasavvuru yeni yeni şekillenen çocuklar ve gençler üzerinde olumsuz tesir yapabilmektedir. Bu açıdan cami ve camilerdeki yetkin ağızlardan elde edilecek dinî bilgi, dijital çağda gittikçe daha da hayatiyet kazanan bir konu olmaktadır. Sorumluluk sahibi yetişkinlere düşen görev ise çocukların ve gençlerin cami ile bilgi temelli iletişimlerini sıcak tutmak, onların dağarcıklarını ve kalplerini zararlı akımlardan muhafaza etmektir.