Makale

MERHAMET VE ŞİFA KAPISI: DARÜŞŞİFALAR

MERHAMET VE ŞİFA KAPISI: DARÜŞŞİFALAR

Nermin TAYLAN

Günümüzden tam 469 yıl önce insanlığa hizmet için inşa edilen Haseki Külliyesi Vakfiyesinin Darüşşifa ile ilgili olan 35. sayfasında, mezkûr külliyenin banisi Hürrem Sultan, orada çalışacak doktorları şöyle tarif ediyordu: “Hastalardan her birine candan dost gibi ref’et ile nazar eder. Onları asık suratla karşılamaz, onlara az da olsa vahşet ve nefret uyandıracak söz söylemez. Zira sözde bulunan sert bir kelime bazen hastaya en büyük dertten daha ağır gelir. Belki hastalara en latif ibarelerle söz söyler. Onlara en güzel şekilde hitap eder. Sual ve cevapta onlarla en şefkatli yolu tutar. Zira sarf olunan nice sözler vardır ki onlar hastanın nezdinde cennet Kevser’inden zülâl ve selsebilden daha tatlıdır. Hastanın tatlı söze ihtiyacı daha çoktur. Hastalara şefkat ve riayet kanatlarını indirip döşer, onların üzerine inayet ve himaye kemerlerini gerer.”

Vakfiyenin neredeyse her bölümünde kalbî nüansları ince ince görüyoruz lakin bu satırlar oldukça çarpıcıdır. Doktorlardan hastabakıcılara, çöpçülerden hademelere kadar tüm personelin her daim merhametli olması ve hastalara iyi davranması öğütlenmekte, hastaların tüm ihtiyaçlarının eksiksiz giderilmesi emredilmektedir. Darüşşifanın vakfiyesinde görülüyor ki hekimlerde aranan maddi manevi özellikler, bugünün çağdaş dünyasında hekimlerde aranan niteliklerin ilerisindedir.

Anadolu Türk devletlerinin sosyal devlet anlayışı çerçevesinde en önemli yeri eğitim ve bunun devamında insan sağlığını ayakta tutacak tıp eğitimi almıştır. Bunun paralelinde hastaya hizmet gayesi ile uygulamaların kalıcı şekle dönüştürülmesi için birçok tıbbi ve cerrahi yazma eserler meydana gelmiştir. Bu eserlerde açıklayıcı şekilde minyatürle yapılan izahat, tıbbi alet resim ve devamında şemalara da yer verilerek bir nevi ders kitapları özelliği kazandırılmıştır. Hülasa bu tıbbi olayların oluştuğu yapı birimleri ise darüşşifa (hastane) ve tıp medreseleri olmuştur.

Halka sağlık hizmetlerinin sunulduğu darüşşifalar Anadolu’da “şifahane”, “maristan”, “bimaristan”, “darüssıhha”, “darülâfiye”, “me’men’ül-istirahe”, “darüttıb” diye isimlerle anılmış ve asırlarca insanlara şifa dağıtmanın yanı sıra tıp okulları olarak da hizmet vermeye devam etmiştir. Genellikle vakıfların bünyesinde açılan bu şifahanelerde, vakfiyelerde de özenle belirtildiği üzere “güven verici, tıp ilminde ve cerrahide mahir görevlilerin olmasına özen gösteriliyor ve dahi dil, din, ırk, mezhep fark etmeksizin hemen herkese hizmet verilmesi” öngörülüyordu. Darüşşifaların ana gayesi insanlara şifa vermek ve bunun yanı sıra tıp eğitiminin usta-çırak ilişkisi açısından sağlık alanında insan yetiştirmekti.

Selçuklu şifahaneleri

Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın emriyle ilk defa Nizamülmülk tarafından kurulan Nizamiye Medreselerinde uygulanmaya başlayan bu sistemde İslami bilimlerin yanı sıra tıp eğitimi ile birlikte matematik ve astronomi gibi pozitif bilimlere de önem verildiğini görüyoruz. İlk olarak Nişabur, Merv, Horasan, 1064-1066 yılları arasında Bağdat, 1087’de Hargir ve birçok şehirde inşa edilen medreseleri 1154 yılında Şam’da yapılan Nureddin Zengi Darüşifasına Anadolu’da bir Hanım Sultan tarafından yaptırılan Kayseri Gevher Nesibe Darüüşşifası eşlik etmiştir.

Anadolu’nun fethiyle birlikte bu topraklarda inşa edilen Selçuklu ve Osmanlı dönemi darüşşifaları, Nizamiye Medreselerinin bilimsel işlevini aratmayacak bir şekilde özenle işlevlerini sürdürmüştür. Anadolu Selçuklu döneminde inşa edilen darüşşifalardan elimizde kalan tek örnek olan Sivas İzzettin Keykavus Darüşşifasına ait vakıfnamenin darüşşifa bölümünde yer alan “hazik, rahîm, akranına faik, tecrübeli, ahlaklı, şarlatanlıktan uzak hekimler, göz hekimleri (kehhal) ile cerrahlara” vazife verileceğinin bildirilmesi bölümü personel tayininde ne kadar titiz davranıldığını gösteriyor. Sivas’tan hemen on yıl sonra 1228-1229 yılları arasında Divriği’de inşa edilen Ulu Cami’ye bitişik Turan Melik Darüşşifası, 1235 tarihli Çankırı’daki Cemaleddin Ferruh Darüşşifası, 1272-1273 yılında tamamlanan Kastamonu’da Pervaneoğlu Ali Darüşşifası ile 1156-1192 yıllarında Sultan II. Kılıçarslan’ın yaptırdığı Aksaray Darüşşifası, Anadolu Selçuklu darüşşifalarının en önemlileri arasında yer almaktadır.

Anadolu Selçuklu Devleti’nden sonra Anadolu topraklarında bayrağı devralan Osmanoğulları, kurmuş oldukları devletlerinin sinesinde medrese ve bunların bünyesindeki darüşşifalara büyük önem vermişlerdir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” düsturunu kendine rehber edinen hemen her Osmanlı padişahı, hanım sultanlar, devlet erkânı, ulema, zümera ve dahi hâli vakti yerinde olan İslam ehli yaptırmış oldukları külliyelerine mutlaka bir darüşşifa ekleterek hem insanların dertlerine deva olmuş hem de tıp ilminin kendi topraklarında büyümesi ve yaşamasına olanak sağlamışlardır.

Osmanlı şifahaneleri

Osmanlı Devleti’nde kurulan ilk darüşşifa “Darüttıbb” adıyla miladi 1400 yılında Bursa’da Yıldırım Bayezid Külliyesinde inşa edilmiştir. Bunun gibi İstanbul’da Fatih, Edirne’de II. Bayezid, Manisa’da Hafsa Sultan ve yine İstanbul’da Süleymaniye ve Haseki Sultan Darüşşifası ve Tıp Medresesi, Atik Valide, Sultan Ahmed darüşşifaları ve hatta Sultan Abdülmecid döneminde inşa ettirilen önemli bir hastane yapısı, Yenibahçe’deki Gureba-i Müslimin Hastanesi, Osmanlı Dönemi’nde inşa edilen darüşşifaların en önemlileri arasındadır.

Burada belirtmemiz gereken hususların başında hiç şüphesiz Osmanlıların Anadolu Selçuklu döneminden devraldıkları darüşşifaların işlevlerini sürdürmelerine çalışmaları ve yeni tesis ettikleri darüşşifaların işleyişi ile ilgili yönetmelik mahiyetinde vakfiyeler tanzim ederek bu kuruluşların devamlılığını sağlamış oldukları gelmektedir.

Osmanlı Dönemi’nde kurulmuş olan vakıfların bir nevi kanunnamesi olan vakfiyelerini incelediğimizde hastaların iyileşmesi için gerekli olan hiçbir masraftan kaçınılmadığını, bir taraftan sürekli hastaların yataklı tedavisi yapılırken diğer taraftan belli günlerde poliklinik yapılarak hastalara gerekli olan ilaçlar karşılıksız olarak, darüşşifaların eczacıları tarafından hazırlanan macun, şurup, hubab (hap, draje) şeklinde verildiğini görmekteyiz. Osmanlı Dönemi’ndeki darüşşifaların işleyişi hakkında bazı bilgileri de Evliya Çelebi Seyahatnamesinde net bir şekilde görebiliyoruz. Evliya’ya göre darüşşifalardan bazılarında özel bitki tarhları bulunur ve ilaçlar buralardan sağlanırdı.

Hastaları müzikle tedavi

Darüşşifaların tedavi metoduyla ilgili ise özellikle ruh hastalarının müzikle tedavi edildiğini belirtmekle birlikte, tedavisi, hekimlerin, cerrahların, diğer personelin ve öğrencilerin, hastaların bakım ve beslenmesinin bizzat vakıf tarafından karşılandığını söylemektedir. Yine 1612 tarihli Sultan Ahmed Vakfının Darüşşifa bölümündeki maddelerde “… açık fikirliliği ve zekâsı ile tanınmış, sağduyulu ve olayları çabuk kavrayabilen insan tabiatı özelliklerini (psikolojisini) ve ilaç hazırlama ilkelerini bilen içecek (şurup) ve macun hazırlama konusunda hünerli, muhtaç olanların işlerinin gözetilmesinde iyi davranışı belli olan yufka yürekli, kibirsiz olan, tanıdık ve yabancıya karşı tatlı sözlü, seçkin bir kimse hekim olup hasta olanlara iyi davranarak tedavi etmelidir” ifadesiyle hekimin özellikleri açıklanmıştır.

Dönemin Avrupa’sında akıl hastaları, içlerine şeytan girdiği gerekçesi ile şehir meydanlarında yakılıp cüzam gibi hastalar bir daha geri dönmesin diye adalara sürülürken Osmanlı onları su, kuş ve müzik sesiyle tedavi ediyor; cüzam vb. hastalığı olanlara ise özel yerler yaptırarak onları orada misafir ederek hayatlarını idame etmelerini sağlıyordu. Bugün varlığını bildiğimiz ama işlevsel olarak günümüze ulaşmayan Üsküdar Karacahmet Miskinler Tekkesi buna en güzel örneklerdendir.

Sırasıyla Bursa, Edirne ve İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olur olmaz, başlayan imar faaliyetleriyle şekillenmişlerdir. Düzenlenen yönetmelik niteliğindeki vakfiyeleriyle ve temin edilen vakıf gelirleriyle de bu eserlerin devamlılığı sağlanmış ve harap olmaları önlenmiştir. Düzenli bir şekilde işlevlerini yerine getirmeleri temin edilmiştir. Bu düzen, yönetimin sağlığa verdiği önemi ve tıp eğitimi ile çağının pozitif bilimlere verdiği değeri de net bir şekilde açıklamaktadır.

Osmanlı Devleti’nde tıp alanında ne denli büyük bir eğitim alındığını, şifahanelerin sağlık alanında nasıl büyük hizmetler verdiğini bir İngiliz elçisinin eşi olarak 1716 yılı, Sultan III. Ahmed döneminde eşi ve oğluyla İstanbul’a gelen Lady Montegu’nun hikâyesinden net bir şekilde anlayabiliyoruz. Layd Montegu o yıllarda Avrupa’da baş gösterip yarım milyon insanın ölümüne sebep olan çiçek hastalığına henüz çocuk yaşlarda yakalanmış ve yüzünde de bir iz kalmıştı. İstanbul’a geldiğinde çiçek aşısının var olduğunu öğrenen Montegu hemen kendi oğluna Osmanlı Sarayı’nda bu aşıdan yaptırır ve ülkesine bir mektup yazar. Mektupta “Burada kimse çiçek hastalığından ölmüyor.” diye haber verir ve ülkesine döndüğünde elçilik doktoru Maitland’la birlikte çiçek aşısı denemeleri yapar. Sonrası malum. Türkiye’den götürülen aşı formülü ile çiçek aşısı İngiltere’de de üretilir ve nice canlar Osmanlı darüşşifalarının sayesinde kurtarılmış olur.

Devleti ve orduyu yeniden yapılandırmaya çalışan Sultan II. Mahmud, sağlık kuruluşlarının tesisine de büyük bir bütçe ayırarak yeni bir askerî tıp okulu, cerrahhane ve birçok askerî hastane açarak bu alandaki çalışmaları genişletmiştir. 1826 yılında İstanbul’da yaşanan kolera salgını ve 1843 yılında dünyayı kasıp kavuran çiçek gibi salgınlar yeni ve oldukça büyük bir hastane ihtiyacını gündeme getirmiş ve böylece Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Valide Sultan, daha evvelki geleneğe uygun olarak bizzat kendi parasıyla Çapa’da Yenibahçe Çayırı’nda Bezmiâlem Gureba-i Müslimin Hastanesi, Bezmiâlem Hastanesi, Valide Sultan Hastanesi, Gureba-ı Müslimin Hastanesi ve günümüzde Vakıf Gureba Hastanesi adıyla işlevini sürdüren hastaneyi, 1845 yılında inşa ettirerek insanların hizmetine sunmuştur. İşte bu yapıyla birlikte daha evvel şifahane veya darüşşifa diye müsemma olan ve belki de isimlerinden bile insanların huzur duyup ümitlendiği, “şifa evi yahut şifa kapısı” gibi manalar ihtiva eden sağlık yapıları artık “hastane” adıyla anılmaya başlamıştır.