Makale

VEBA’NIN PENCERESİNDEN BUGÜNE BAKMAK

VEBA’NIN PENCERESİNDEN BUGÜNE BAKMAK

Safiye Gölbaşı

Bir şey, şiddeti zuhurundan gizlenmişse, o şey, şu anda ve buradadır. Bize temas ve tesir etmektedir. Onu hissederiz, onun hakkında bir şeyler sezinler hatta biliriz. Ne var ki bize çok yakındır, göremeyiz. Göremediğimiz şeyin doğaldır ki hakikatine de kolay kolay eremeyiz. Ama bize bu denli yakın bir şeye biz de vakıf olmak, onun künhüne varmak isteriz. Tıpkı hâlihazırda tecrübe ettiğimiz salgın gerçeğini anlamak istememiz gibi. Covid-19, 2020 yılında burada, bize temas ve tesir etmekte. Onu göremeyeceğimiz, hakikatini tam olarak kavrayamayacağımız kadar bize yakın. Yine de hakkında düşünmek, okumak, konuşmak ve yazmak istiyoruz. Bu isteğimiz belki de onu kendimizden uzaklaştırarak yine onu emniyetli bir alandan izlemenin vereceği güven duygusundan kaynaklanıyordur, kim bilir.

Dünyayı etkisi altına alan bu salgın pek çok şeyi değiştirdi, aynı zamanda bütün insanları bazı ortak eylem ve zeminlerde buluşturdu. Müzik ve kitap gibi. Bu dönemde bazı kitaplar bilhassa öne çıktı. Yayınevleri bu kitapları kısa süreler içinde peş peşe binlerce adet bastı. Bu bağlamda Albert Camus’nun Veba’sı açık ara en çok tercih edilen kitaplardan biri oldu. Bunun birkaç sebebi var. Camus’nun bir edebiyatçı olarak saygın ve itibarlı olmasının yanı sıra Veba’daki olayların seyrinin günümüzle ciddi oranda paralellik arz etmesi okuru kitaba yöneltti. Şimdi biz de Veba’nın penceresinden günümüze bakmaya çalışalım.

Veba, bizi roman boyunca sürecek soğukkanlı bir anlatımla, 1940’lara, şu anda Cezayir’in, o zamanlar Fransa’nın bir şehri olan Oran’a götürür. Camus, bu şehri ilkin ve hızlıca çirkin sıfatıyla niteler. Oran yazara göre çirkindir çünkü yaprak hışırtıları duyulmaz, güvercinleri, ağaçları ve bahçeleri yoktur. “Bu tabiatsız modern şehirde insanın,” der Camus; “canı sıkılır ve alışkanlıklar edinir. İnsan alışkanlıklarını edindikten sonra günlerini kolay geçirir.” Üstelik bu insanlar sevgi gibi bir kuvvetten yoksundurlar. Kimsenin birbirini sevmediği yahut yazarın ifadesiyle hiçbir sevginin açıklanacak kadar kuvvetli olmadığı bir şehirdir Oran. Yani alışkanlıklarından başka bir şeyleri olmayan betonlar arasına sıkışmış, mevsim dönüşlerini ancak havaya bakarak anlayan insanların yaşadığı bir şehir. Ne yazık ki bu şehrin sakinleri yakın bir zamanda sahip oldukları ve hayatlarını kolaylaştıran yegâne şeyi yani alışkanlıklarını da kaybedeceklerdir. Zira şehrin dört bir yanında fareler ölmeye başlamıştır. Acaba Oran, yazarın deyimiyle çirkin ve tabiatı dışlayan bir şehir olduğu için mi veba sızacak bir çatlak bulmuştur? Düşünmeye değer.

Romanın baş kahramanı Doktor Bernard Rieux’tur. Doktor Rieux aynı zamanda aniden ortaya çıkan bu ölü farelerin garabetinden kuşku duyan ilk kişidir. Karısı hastadır. Rehabilitasyon için başka bir şehre gidecektir. Anlarız ki Doktor Rieux, on ay sürecek bu hummalı salgın sürecinde kendi hasta karısının sağlığı için değil, genç yaşlı kadın erkek binlerce yabancı hastanın sağlığı için cansiperane koşturacaktır. Tam da bu noktada sağlık çalışanlarının iç dünyalarından haberdar olmak ve neler yaşadıklarını kısmen de olsa anlayabilmek için kısaca onlarla empati yapabilmek için Veba bir doktorun hikâyesi olması hasebiyle de doğru bir roman.

Evet ölü fareler Veba’nın ilk sinyalleridir. Sayıları hızla artmakta, ortada bir sorun olduğu artık kabul edilmektedir. Zira insanlarda da veba görülmeye başlamıştır. Ancak resmî kurumlar ve halk tarafından bunlar birer salgın işaretleri olarak değil münferit vakalar olarak değerlendirilmektedir. Öte yandan Doktor Rieux’un başkalarının koyduğu teşhise, vereceği emre ihtiyacı yoktur. Doktor teşhisi çoktan koymuş, gelmekte olan salgını görmüştür. O da tıpkı bizim gibi içinden geçtiği süreci anlamak, anlamlandırmak ve uygun bir eylem planı çıkarmak için geçmişe bakar. Daha önce çeşitli salgınlarla mücadele eden halkları düşünür. Rakamlar onu ürkütse de ona bir yol açar. Beri taraftan bu, geçmiş milletlere bakış ve kendimizi onlarla kıyaslama bizi insanlığın temel hâllerinden birinde birleştirir. Elle gelen düğün bayram sözü kabilince bir vaziyet ne kadar korkunç da olsa hatta yüzyıllar öncesinde yaşanmış bile olsa bizim gibi onu tecrübe edenler bize hem fikir hem garip şekilde güç verirler. Doktor günde on bin kurban veren Konstantiyye vebasını düşünürken bizler de Camus’nun Veba’sını okuruz. Böylece acı bir vaziyette de olsa el ele tutuşan çocuklar gibi yüzyıllar öncesindeki kardeşlerimizle bir çember oluştururuz.

Şu noktada Veba’nın satır aralarında kalmış bir ifade için parantez açmak isterim. Yaşanılan vakanın bir salgın olduğunun, bu hastalığın veba olduğunun, şehrin kapılarının kapatılması gerektiğinin, serum ve tıbbi ekipman temin edilmesi lazım geldiğinin ve bütün bunların halka açıklanmasının gerekliliğinin konuşulduğu günlerde Doktor Rieux hayal gücünden bahseder. Hayal gücü, bu anlatının içinde ilkin hayli ayrıksı durur. Ama sonra, hani şu her vesileyle çocuklarımızda gelişmesini istediğimiz şeyin, hayal gücünün, bir salgın döneminde nasıl işe yarayacağını yahut hayal gücüne başvurmanın neden elzem olduğunu görürüz. Hayal gücünün, hem vaka sayıları henüz sınırlıyken durumun ulaşabileceği boyutları tahmin etmek, akabinde buna uygun bir şekilde daha önce söz konusu olmayan tedbirler almak, hem de bütün bunların bir gün biteceğine dair umudu canlı tutmak için nasıl önem arz ettiğini hayretle görürüz. Ve hayal gücünün yalnızca sanat için değil esasında yaşamak için âdeta kıymetli bir maden mesabesinde olduğunu da teslim ederiz. Çünkü hakikat her zaman maddenin ötesindedir ve hakikate ulaşan, günün yüzeyselliğinde boğulmayan insanların bir özelliklerinin de hayal güçleri olduğunu söylemek abes olmamalıdır.

Veba’nın gizemli karakterlerinden biri Jean Tarrou’dur. Tarrou, gayriresmî bir tarihçi gibi, bir veba güncesi tutar. Doktor Rieux’a gönüllü olarak yardım eder, ona arkadaş olur. Salgın ve salgının ne söylediği üzerine düşünür, bu konuda zaman zaman doktorla tartışır. Çoğumuz bu salgın döneminde Tarrou ile benzer bir davranış sergiledik. Daha önce tutmuyorsak bile özellikle evden çıkamadığımız karantina zamanlarında günlük tuttuk. Tarrou gibi tarihe not düşmek istedik. Bu tür ciddi salgınların her zaman yaşanmadığı düşünülürse evet zorlu ancak bir yandan da özel bir şey yaşadığımızın hemen hepimiz farkındaydık ve bunun kayıtlara geçmesini istedik. Bir şeyleri kayda geçirmenin malum pek çok faydası vardır. Bu günlükler ilkin, eğer ve inşallah yaşanan salgından sağ çıkarsak bizzat kendimize dönük bir hatırlatma olacak. İkinci olarak günlük yazmak geride kalanlara anlamlı bir söz bırakma ihtiyacımıza karşılık gelir. Günlüklerin, elimizden bir şeyler kayıp giderken, elimizdeki şeyleri alan günleri yazıya geçirerek yaşadığımız günü elde tutma arzusunu tatmin eden bir yönü de mevcut. Üstelik bu tür tarihî vesikalar hemen her zaman işe yarar. Üzerlerinden yıllar geçtikçe kıymetlenen antika eşyalar gibi ama onlardan fazla olarak insanlık tarihini okumak için bir yol, bir sayfa açarlar.

Veba’nın en etkileyici sayfaları kuşkusuz ölülerin gömülme işlemleriyle ilgili olan bölümlerdir. Camus bu bölümleri de ayrıntılı ve soğukkanlı bir şekilde aktarır. Okuduklarımız bizi hem ürpertir hem üzer. Çünkü yazarın da dediği gibi usulüne uygun gömülmek zannedildiğinden daha önemlidir. Bu belki de kişinin ölen yakınıyla vedalaşmasını kolaylaştıran bir şey belki de mevtaya karşı fiziki âlemde yapıp yapabileceği son vazifesi olduğundandır. Tabii salgın zamanlarında pek çok şey gibi ölülerimizle vedalaşma ve onları gereğince defnetme keyfiyetimiz de ortadan kalkar. Oran şehrinde, içerisi vebadan ölmüş insanlarla dolu tramvaylar köprülerin üzerinden geçip mezarlıklara doğru giderken -artık ölüleri taşımak için ambülanslar yetmemektir- halkın tepelere çıkıp tramvaylara çiçek atması dokunaklıdır. İnsanın, sevdiği biri için yapabileceği tek ve son şeyin velev ki bir çiçeği bir aracın üzerine atmak dahi olsa, onu yapmak istemesi
hüzünlüdür.

Veba romanında hastalık aniden başlar, on ay hüküm sürer ve aniden biter. Bu dönemde Doktor Rieux hastaları tedavi etmekten, daha pasif bir konuma; hastalığa tanı koymaya geçmiştir. Bu durum onu üzer ancak tutunduğu tek şey işini en iyi şekilde yapmaya devam etmesidir. Bu, esasında hepimiz için geçerli. İşimiz, tedavi etmekten tanı koymaya kaymış olsa bile yapılabilecek en iyi şey sorumluluklarımıza sarılmaktır. Bu süreçte zaman zaman uğraşlarımız bize anlamsız gelebilir. Ancak her ne yapıyorsak onu yapmaya devam etmek, üzerimize doğru gelen dalgaya karşı ayakta kalabilmek için iyi bir yoldur. Bugünleri tez zamanda atlatmak ve dünyaca şifa bulmak ise tek temennimizdir.