Makale

UZMANINA SORDUK

UZMANINA SORDUK

Koray Şerbetçi

Bugün güncel hayatımızda tarihin, tarihte olan olayların nasıl bir karşılığı vardır? Neden tarih bilmeliyiz?

Hâlihazırda yaşadıklarımızla tarih arasında bağlantı kurulması çok tartışılan bir meseledir. Çünkü tarihi, insanların geçmişte yaşadıkları bütün faaliyetlerinin incelenmesi olarak kabul ettiğimizde tarih; olmuş, bitmiş, bir deha tekrarlanması imkânsız hadiselerin yığını olur ve bu yığının yaşadığımız hayatın içinde nereye yerleştirilmesi gerektiği de bir hayli kafa karıştırıcıdır. Ama bilimin soğuk gözleri ile yapılan bu tanımın hayatın getirdiği uygulamada pek karşılığı yoktur. Zira tarihin ana maddesi insandır. İnsanın olmadığı yerde bir tarihten bahsedemezsiniz. O hâlde insan dediğimiz varlık da et ve kemikten ibaret olmadığından, inşa edilmiş bir zihni, çevresinde aktarılmış duygu kodları ve değer hükümleri ile bütüncül bir varlık olduğundan aslında tarih onun hayatının tam merkezindedir. Bu sebeple tarihî olayları insanın günlük yaşamından ayrı düşünmek imkânsızdır. Bu konuda büyük Türk tarihçilerinden Ahmet Cevdet Paşa’ya kulak vermek gerekir. O, bunu “Faide-i Tarih” olarak tanımlar. Ona göre tarih yazımının bir amacı vardır. Bu amaç “Faide-i Tarih” olarak adlandırılmıştır. Bu konuda da şöyle der:

“Tarihten murad, olayların doğruluk ve yanlışlığını ve gerçek sebeplerini öğrenmek ve bunlardan ders almaktır.”

Ahmet Cevdet Paşa, tarih yazımını olayların birbiri peşi sıra nakledilmesi olarak görmez. Onun yaklaşımı, gereken sebepler gösterilmeden sadece olayları hikâye ederek durumun gerçekliğinin anlaşılmayacağıdır. Ahmet Cevdet Paşa, tarihi anlamak için olayları incelerken olayların akışı mantığına da dikkati çeker. Ona göre tarih, ezeli bir akıştır ve bu akışta olaylar belli bir düzen ve zincirleme içinde gelişir. Şöyle demiştir:

“Bir asrın olayları, geçen asırların hazırladığı sebepler zincirinin eseri ve sonucu olduğundan yazılacak tarihî olayların ne gibi sebeplerin eseri olduğunu bilmek lazım gelir.”

Aslında tarihin günlük hayatımızın neresinde olduğu meselesi bu kadar açık ve berraktır.

İnsan psikolojisinin hatıralarla, geçmişle yakından bir ilgisi olduğunu biliyoruz. Peki, toplumların kolektif hafızasının onların psikolojisi ve karakterleriyle nasıl bir ilgisi var?

Psikoloji ilmi bize hareketlerimizin bilinen nedenleri arkasında, bilmediğimiz birtakım gizli sebepler bulunduğunu söyler. Milletleri oluşturan bütün fertler, topluluk ruhunu oluşturan bilinçaltı ögelerin etkisiyle, aslında birbirlerinin aynı gibidir. Zekâları bakımından birbirine hiç benzemeyen insanlar, bazı defa aynı isteklere, aynı duygulara sahip olurlar. İşte sosyal bilinçaltı tarafından yönetilen ve bir milletin normal bireylerinin çoğunluğunun hemen aynı derecede sahip olduğu bu genel karakter özellikleri, kitlelerde ortak özellikleri meydana getirir.

İşte bu noktada denilebilir ki milletin fertlerini bir arada tutan bu ortak sosyal bilinçtir. Tabiri uygunsa güneş sistemini bir arada tutan çekim gücüne benzetilebilir. Bu nedenle eğer bir milletten söz edeceksek bu ortak sosyal ruhu merkeze almak zorundayız. Aksi takdirde bireylerin savrulacağı bir yapıda milletten de söz edemezseniz. Peki, bu sosyal ruh nasıl oluşur? Ortak bir bilinçle, aidiyet bilinciyle. Kısacası insanların “biz” olarak hissedeceği değerlerle. Bunu sağlayan çok önemli bir kaynak da tarihtir. Tarihte bir topluluğun yaşadığı başarılar, felaketler onu “biz” yapar. Dahası, bu başarıların ve felaketlerin sonucu oluşan şuurun onu hiç yaşamamış gelecek nesillere de aktarılması ve onların da bu “biz” kimliğine dâhil edilmesi gerekir bunu da ancak tarihle gerçekleştirebilirsiniz. İşte bu nedenle millet olmak için tarih elzemdir. Şimdi zincirlemeyi tersinden kuralım ki maksat anlaşılsın: Tarih şuuru kaybedilirse geçmişten gelen ve bizi biz yapan değerlerin aktarımı kesilir. Bugün yaşayan nesiller, biz kimliğine dair bir şey bulamazlarsa ortak ruhu yitirirler. Ortak ruh yitirilince de bireyler ipi kopan bir tespihin taneleri gibi savrulur, başka aidiyetler ararlar. Doğal olarak o zaman bir milletten bahsetmek de mümkün olmaz artık.

Tarihle gençlerin arası nasıl? Zaman zaman alevlenen popüler ilgiler sizce yeterli mi?

Son dönemde tarihe büyük bir ilgi var. Ama bunun da iki yönü var. Bir yandan gençlerin kendi geçmişlerine ilgi duyması sevindirecek bir gelişme fakat diğer yandan da bir tehlike baş göstermekte. Çağın getirdiği anlayış doğrultusunda gençler tabiri uygunsa hap şeklinde ve çarpıcı bilgilere yönelmekteler. Bu da tarihle ilgili çalışmalarda bir çarpıklığa kapı aralamakta. Kitlenin ve özellikle gençlerin ilgisini çekmek için tarihî olaylar ve karakterler, bağlamından koparılarak âdeta magazin figürleri hâline getirilmekte. Bu da tarihe olan ilginin yönünde bir sapmaya yol açmakta yani karnı acıkan birinin sürekli fast food tarzda beslenmesi gibi bir durum. Doğal olarak tarihî bilgiye acıkan genç zihinler, sağlıksız bilgilerle beslenir hâle geliyorlar. Bu konuda bilgiye aç gençlerin zihinlerinin sağlıklı bilgilerle doyurulması en önemli mesele hâline geliyor.

Tarihiyle ilgisini ve irtibatını yitiren toplumlar hakkında neler söylemek istersiniz?

En baştan hükmü vermek gerekirse tarihle ilginin ve irtibatın yitirildiği yerde artık bir toplumdan bahsetmek bile mümkün hâle gelmez. Evet, bir arada duran insanlar olabilir ama tarihin aktardığı yüksek insanî değerlerin olmadığı bu insan kitlesi artık bir toplum değil, günlük çıkarları için bir arada duran bir kalabalığa dönüşür. Bu noktada da o kalabalıktan yüksek insani bir tavır beklemek artık mümkün değildir. Kısacası atalarının deneyimlerinden mahrum bir toplum artık, bir toplum değil kalabalıktır.

Gençlere tarih şuuru kazandırmak için ebeveynlere veya eğitimcilere neler tavsiye edersiniz?

Öncelikle yeni yetişen nesil odak noktası olmalı. Yaş itibarıyla dinamik bir dönem olan gençliğin yetişkin nesillerden farklılaşmış zihin dili iyi okunmalı ve kadim bilgiler bu dile tercüme edilerek verilmeli. Yoksa gençlere ulaşmanız mümkün değildir. Ama bunu yaparken de popülerleşmenin tuzaklarına düşmekten sakınmalı. Gençlere yüksek değerleri öğretme kaygısıyla yeni bir usul benimsenirken esastan da zerre taviz verilmemeli. Çünkü tarih şuurunun önemi, özünün değişmeden aktarılmasından ve bireylerin bu değişmez ruha tabi olmasından ileri gelir. O nedenle ailelerin ve eğitimcilerin gençleri yönlendirirken bu usulle ama bu esasla tarihe başvurmaları gerekir. Örneğin genç insan, yaşamda kendisini izleyecek rol modeller arar. Eğer aileler ve eğitimciler, gençlerin önüne kendi tarihlerinden bir rol model koyamazlarsa başkaları bu boşluğu kolayca doldurur. İşte tam o anda gençlerinizi kaybediyorsunuz demektir. Malum, gençlerinizi kaybederseniz geleceğiniz de kaybedilmiş olur.