Makale

GEÇMİŞTEN GELECEĞE KÖPRÜ: TARİH ŞUURU

GEÇMİŞTEN GELECEĞE KÖPRÜ:
TARİH ŞUURU
Kaan H. Süleymanoğlu

İnsan hudayinabit değildir. O, içinde doğduğu tarihin, kültürün ve coğrafyanın çocuğudur. İnsan davranışlarının kökenine dikkat kesildiğimizde kadraja ailesinin, doğup büyüdüğü çevrenin ve çağların yoğurduğu pek çok ahlaki duyarlılığın aynı anda girdiğini görürüz.

Medeniyetin, tarih yazıcılığıyla doğrudan ilgisi vardır. İptidai toplumları ve kabileleri saymazsak insanoğlunun kendi kolektif geçmişiyle ilgilendiği, yüzleştiği, zihinsel alışveriş içinde olduğu müddetçe medenileştiğini; din, bilim ve sanat alanlarında üretimler yaptığını fark ederiz. Bu açıdan tarih, sadece herhangi bir toplumun kendi var oluş serüvenini değil, insanlığın ortak kazanımlarını, kayıplarını, tecrübelerini içermesi bakımından evrensel bir değerler manzumesidir. İnsanlar düne bakarak bugünlerini ve yarınlarını dizayn ederler. Milletler de geçmişlerinden ders alarak aynı hataları yapmamaya çalışırlar. Medeniyetlerin tekâmül pratiğiyle bilimsel gelişmelerin izlediği yol bu açıdan kesişir. Bunun için tarih, toplumların kendilerine dair zaafları ve deneyimleri bir bütün hâlinde görebildikleri laboratuvarlardır, diyebiliriz. Toplumlar, tecrübe ve birikimlerini gelecek nesillere aktarabildikleri ölçüde kusursuz bir medeniyet inşa ederler. Her nesil, kendinden öncekilerin tecrübelerinden faydalanarak yolunu çizer, istikametini tayin eder. Tarih bilincinin kesintiye uğradığı toplumlarda, kısa sürede kültürel kodlar çözülür, bilim ve sanat inkıtaa uğrar, milletlerin varlığı topyekûn tehlikeye düşer.

Tarih bir süreklilik içinde akar. İnsanı diğer canlılardan ayıran, yeryüzünü imarla mükellef kılan, sorumlu tutan hususiyeti şüphesiz ki onun bilincidir. Bilinç, tecrübelerin nesilden nesile aktarımını sağlar. Toplumlar, yaşadıkları kültür havzasında kendinden öncekilerin birikimiyle insanlık yürüyüşüne dâhil olurlar ve sonraki nesillere kendi kazanımlarını miras bırakırlar. Geçmişten layıkıyla ders almayanlar, atalarının yaşadığı travmaları ve felaketleri yeniden yaşamak durumunda kalırlar. Neticede her çağ, kendinden evvelki zamanların toplamı, sonraki zamanların ise bileşenidir.

Bireyin oluşumunda, hatıralar ne kadar vazgeçilmez yer tutarsa milletlerin teşekkülünde de tarih ve tarih bilinci o kadar önemli yer tutar. Hafızasını kaybeden bir insan, aslında kendi kimliğini, kişiliğini ve geleceğini kaybetmiş sayılır. Bu durum toplumlar için de geçerlidir. Tarihiyle irtibatını kesen, atalarıyla arasına muhtelif sebeplerle mesafe koyan toplumlar aslında geçmişleri kadar geleceklerini de kaybetmiş olurlar. Artık onlar insanlık yürüyüşünde aktör olmak şöyle dursun, tarihin hercai rüzgârı önünde amaçsızca bir o yana bir bu yana savrulmak durumunda kalırlar.

İki yüzeyi keskin bıçak: Bireyselleşme

Bireyselleşme ya da felsefedeki karşılığıyla söyleyecek olursak “individüalizm”, bugün içinde yaşadığımız çağın temel motivasyonlarından biri. Modern dünyada ortaya çıkan pek çok davranışın arka planında, kişinin ait olduğu toplumdan ve aidiyetten yalıtılması yatar! Gençler okulda, işte, sokakta ve en önemlisi de zamanlarının büyük bölümünü geçirdikleri sosyal mecralarda bu yeni nesil “solo” hayat tarzıyla karşılaşıyor, yoğruluyor, duygu ve düşünce dünyalarını şekillendiriyor.

Bireyselleşme, diğer pek çok felsefi akım gibi hem müspet hem menfi kullanılmaya müsait bir mahiyet arz eder. Öncelikle müspet yanlarını hatırlayalım. Çevrenin ve cemiyetin elinde yoğrulan insan, kendi ayakları üzerinde durabildiği, karşılaştığı sorulara kendi cevaplarını verebildiği müddetçe şahsiyetini koruyabilir. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “Kim var diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ben varım.” cevabını verebilir. Bu açıdan bireyselleşme, insanın tabiatıyla ve toplumların ruhuyla uyum içindedir, diyebiliriz. Milletler ve medeniyetler, başkalarına muhtaç olmadan yalnız başına ayakta durabilen, kendi kararlarını verebilen, zor zamanlarda vatanının ve milletinin lehine inisiyatif almaktan çekinmeyen fertlerin omuzlarında yükselir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) genç yaşta ordu kumandanı olarak atadığı ya da tebliğ için uzak ülkelere gönderdiği sahabileri hatırladığımızda ya da erken yaşlarda tahta oturup tarihin akışını değiştiren tarihî şahsiyetleri göz önüne getirdiğimizde gençlerde erken yaşlarda tekamül eden ferdiyet bilincinin nelere muktedir olduğunu görmüş oluruz. O gençlerin, kendilerini yalnızken de ayakta tutacak şeylere inandığını, çeldirici sorular ve sorunlar karşısında sendelemeden yürümeye devam ettiğini anlamak hiç de güç değil.

Modern dünyada maalesef bireyselleşme, kişinin ruhen yalnızlaşmasına ve hatta köksüzleşmesine dönük bir nitelik arz ediyor. Bir gencin dinî ve millî aidiyeti, tarihî bağları, onun bireyselliğinin önünde engelmiş gibi gösteriliyor. Bu çarpık yaklaşım, gençlere bir kriter olarak dayatıldığı için bugün gençlerin dünyasında dinî ve tarihî irtibatlar, zayıflatılması ya da saklanması gereken bağlar olarak karşılık bulabiliyor. Aslında bir gencin tarihsel ve kültürel havzasından, o havzadaki organik beslenme kanallarından uzaklaştırıldığı zaman nasıl kullanılmaya müsait hâle getirilebildiğini yakın tarihte FETÖ terör örgütünün işleyiş tarzında ayan beyan görmüştük. Dünyanın hemen her yerinde bu tür sinsi yapılar, bireyselleşme adı altında milletleriyle ve tarihleriyle bağını koparan nesilleri hedef alırlar. Tarihiyle, ailesiyle, kültürüyle aidiyeti kesilen kişiler, kitleler hâlinde emperyalist odakların ve uluslararası hesapların dolgu malzemesine dönüştürülebilir. Yalnızca tarih şuuruna sahip, manevi değerleriyle barışık, toplumsal dokuyla uyumlu nesiller hain organizasyonların kuklası olmaktan korunabilir. O hâlde hem kendimiz hem bizlere emanet edilen yavrularımız için bireyselleşmeyi yeniden düşünmeli, ferdiyetin kriterlerini yabancı ve içten pazarlıklı düşünce akımlarının belirlemesine fırsat vermemeliyiz.

Hayat boşluk kaldırmaz

Çiftçilerin çok iyi bildiği bir şey vardır. İhmal edilen, ekilip biçilmeyen tarlalar kısa zamanda rüzgârın uzaklardan taşıyacağı tohumlar sebebiyle yabani otlarla dolup taşar. Birkaç yıl ekilmeden bekletilen tarlalar boş kalmaz, istenmeyen otlarla kaplanır. Çocuklar ve gençler bir ülkenin toprağı gibidir. Gençlik toprağını doğru bilgilerle, millî tarihle, yerli fikirlerle beslemezsek; kendi gerçek kahramanlarımızla, askerî ve ilmî dehalarımızla yoğurmazsak; modern çağın gerekliliklerini dikkate alarak onlara sunmazsak başkaları uzak coğrafyalardan gelerek bunu yapar. Eğer biz millî varlığımızın devamında kritik rol oynayan Alpaslanların, Fatih Sultan Mehmetlerin, Ulubatlı Hasanların, Sultan Abdülhamidlerin, Mustafa Kemallerin, Ömer Halisdemirlerin mayalanmasına vesilen olan tarih şuurunu gençlerimizin mümbit zihinlerine ekmezsek başkaları hayalî kahramanlarla, uydurma hikâyelerle, paçalarından mühendislik akan sembollerle o boşluğu doldurur.

Tarihle oynamak, tarihi maniple etmek, entelektüel bir sapma olarak kalmaz; milletlerin hayatında telafisi zor, somut tahribatlara neden olur. Rahmetli Prof. Dr. Erol Güngör Hoca, bu duruma çarpıcı ve sonuçları itibarıyla hâlen sıcaklığını koruyan bir örnek verir. Bugün huzura ve istikrara en az su kadar muhtaç olan Orta Doğu ile Türkiye arasında 1. Dünya Savaşı sonrasında Batılılar tarafından ekilen nifak tohumlarına dikkat çeken Güngör, “Arap denilince, yeni Türk nesillerinin aklına daima Türk ordularını arkadan vuran İngiliz maşası bedevi kabileleri gelir; Araplar da Türk deyince en çok İttihatçı Cemal Paşa’nın Suriye’de yaptıklarını hatırlarlar. Her iki tasavvur da yanlıştır, iki tarafı birbirine düşman etmek için İngilizler tarafından uydurulmuştur.” (Prof. Dr. Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken, 1992, s. 271.) der. Büyük Harp’ten sonra işgal altında kalan Arap ülkelerinin tarih kitaplarının işgalciler tarafından yazıldığına dikkat çeken Erol Güngör, bu düşmanlığın İslam düşmanı “aydınlar” tarafından alevlendirildiğini, nesillerin hızlıca bu yanlış tarih bilincinden uzaklaştırılması gerektiğini söyler. Sadece bu misal bile, tarihini bilmeyen, tarihini başkaları eliyle öğrenen nesillerin yaşadığı, yaşayacağı, yaşamak zorunda kalacağı sonuçları göstermesi bakımından hepimize yetip artar.

Hamaset diye küçümsedikleri

Acı bir gerçek de şudur ki birisi barış dönemlerinde millî kahramanlar ve destanlar üzerine konuşacak olsa hemen “hamaset yapmakla” itham edilir. Hâlbuki hamaset diye küçümsenen üslup, bugün millî varlığımızın tetikleyici unsurudur. Sultan Alpaslan’ın Malazgirt’te ordusuna yaptığı heyecanlı konuşma olmasaydı, Çanakkale’de komutanların Mehmetçiklere verdiği dinî ve millî vaazlar olmasaydı, İstiklal Harbi’nde ordulara gösterilen büyük istikamet olmasaydı -Allah muhafaza- bugün bir vatandan, milletten ve tarih bilincinden de söz edemezdik. Tarihi başkaları eliyle yazılan milletlerden olurduk. Dünyanın her yerinde kahramanlar ve kahramanlıklar, tarihin akışını değiştirmiştir.

Öte yandan bazı tarihî isimlerin ve sembollerin, millet varlığımızın teminatı olduğunu bir an olsun aklımızdan çıkarmamamız, bu isimleri ve sembolleri genç nesillere anlatırken onların ruh ve mana yönüne vurgu yaparak erdem, fedakârlık, cesaret ve bilgeliklerinin altını çizmemiz gerekiyor. Tarihi, kısır polemiklerin parçası hâline getirmemek, kendi bağlamında ele almak, millî bir şuurla yorumlayarak genç nesillere aktarmak, ülkemizin geleceği adına hepimizin boynunun borcudur. Tarihî sembollere sıcağı sıcağına bir misal verebiliriz. Geçtiğimiz ay sadece Türkiye’de değil, İslam dünyasında da büyük bir heyecanla karşılanan bir gelişme yaşadık. Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi yıllar sonra yeniden ibadete açıldı. Ayasofya, tarihî bir mabet olmasının yanı sıra İstanbul’un fethinin sembolü, şanlı tarihimizin tacı, bağımsızlığımızın nişanelerinden biri olduğu için onun yeniden ibadete açılması halkın nazarında büyük bir karşılık buldu.

Zor zamanlarda canını ortaya koyarak toplumun kaderinde önemli rol oynayan kahramanları, asırları biçimlendiren tarihî gelişmeleri ve milletlerin bilincini inşa eden sembolleri genç nesillerin zihninde sürekli diri tutmak, hem geçmişe hem de geleceğe karşı borcumuzdur. Ancak bu tarih şuuru sayesinde ayakları yere basan bir gençlik yetiştirebilir, memleketimizin istikbalini teminat altına alabiliriz.