Makale

DOĞU İLE BATI ARASINDA: MUHAMMED İKBAL

DOĞU İLE BATI ARASINDA:
MUHAMMED İKBAL
Koray ŞERBETÇİ

Takvimler 8 Kasım 1877’yi gösterirken Pencap eyaletinin Keşmir sınırı yakınındaki Siyâlkût şehrinde bir çocuk dünyaya geldi. İsmi Muhammed İkbal’di. İkbal, ileride doğduğu bu topraklarda yaşayan Müslümanların bayraklaştırdığı bir isim olacaktı.

Peki, Muhammed İkbal’in gözünü açtığı yıllarda bu beldede neler yaşanmaktaydı? XIX. ve XX. asırda yaşananları; Muhammed İkbal’in hayatını ve mücadelesini anlamak için tarih projektörünü çok eski zamanlara tutmak gerekir. Sadece İkbal’i değil, Hindistan ve Hint Müslümanları kavramlarını çok daha iyi anlamanın yolu buradan geçer.

Orijinal adı ile “Bharat” bilindik ismiyle “Hindistan” dediğimiz bu diyara, Müslüman fatihlerin gelmesi erken bir döneme rastlar. Fakat Hindistan’da günümüze kadar uzanan bir Müslüman toplumun varlığının ve Hint-İslam kültürünün temellerini atan kişi Gazneli hükümdar Sultan Mahmut’tur. Yaptığı 17 seferle Hindistan semalarında yaklaşık bin yıldır okunacak ezanların vesilesi bu gayretli Türk hükümdarıdır.

Ama Hint-İslam kültürünü zirveye taşıyan yine bir başka Türk hükümdarı olan Emir Timur’un torunlarıdır. Hem kılıç hem kalem tutmasını bilen Türk hükümdarı Babür Şah, bu beldedeki dinler, diller ve ırklar kaosunu düzene koyan adil bir idarenin temellerini atar. Müslüman Türk hükümdarlarının idaresinde farklı din, dil ve ırktan insanlar huzur içinde yaşarlar. Ta ki Batılı emperyal güçler bu coğrafyaya adım atana kadar.

İkbal’in çözeceği sorunların

tohumlarını İngilizler atmıştı

İngilizler XVII. asırdan itibaren Hindistan ticaretine el atmışlar ve Surat limanında yer açarak kendilerine ileride buradan Hindistan’ı ele geçirecek bir yol edinmişlerdi. Garip bir biçimde İngilizlerin masumane ticaret faaliyetleri için yerleştiği Hindistan’da Babürlüler, adaleti sağlayan güçlü bir yapıdan şehzadelerin sürekli taht kavgalarıyla birbiriyle boğuştuğu istikrarsız bir devlete dönüşmüştü. İngilizler durumu kenardan izliyor ve fırsat kolluyordu. Hiç aceleleri yok gibiydi.

Ama meşum fırsat sonunda geldi. 1707 yılında yeniden alevlenen taht kavgaları sonucu ülke ikiye ayrılmıştı. Bundan yararlanmak isteyen İran hükümdarının Delhiyi zapt etmesi ve ardından da Afgan hükümdarının Hindistan’a girmesi siyasi kaosa yol açtı. Tam bu kaosta İngilizler de oyuna doğrudan dâhil oldular. Babür güçleriyle 1764’te yapılan Baksar Savaşı’nı kazanan İngilizler Hindistan’da hüküm sürmeye başladılar. 1766 Allahabad Antlaşması ile İngiliz hâkimiyeti daha da arttı. Son bir hamle ile İngiliz tahakkümünden kurtulmak isteyen Müslüman Hintlilerin 1857 yılında başlattığı Sipahi İsyanı’nı da kanlı şekilde bastıran İngilizler, 1858’de son Babür İmparatoru (II.) Bahadır Şah’ı tahttan indirip çocuklarını da öldürdü ve Hindistan’daki Türk-İslam idaresine son vererek Hindistan’ı İngiliz İmparatorluğu’na kattı.

İngilizler, bir avuç askerle bu koca coğrafyayı idare etmek için pratik bir yol bulmuşlardı. Müslüman-Türk idaresinin tam aksi bir tutumla, Hindistan’da ne kadar farklılık varsa birbirlerine düşman edecekler, böylece hakem kisvesi altında sömürge idaresini meşru kılacaklardı. Öyle de yaptılar.

İşte, Muhammed İkbal’ın dünyaya geldiği 1877 senesinde Hindistan’da böylesi ağır bir İngiliz koloni sistemi hüküm sürmekteydi.

Muhammed İkbal’in kendini

inşa etmesi

İkbal’in babası sufimeşrep bir zattı. Hem babası Nûr Muhammed hem de annesi İmam Bîbî onun dindar kişiliğinin gelişmesinde önemli ölçüde etkili olmuşlardı. Temel eğitimini Siyâlkût’ta gördükten sonra 1895’te Lahor’da Hükümet Kolejinde felsefe ve hukuk ağırlıklı dersler aldı. Yetişme çağında İkbal üzerinde iki şahsiyetin etkisi, bir şair ve düşünür olarak çizeceği yolu da belirleyecekti. Bu kişiler Mevlânâ Mîr Hasan, diğeri de Batılı hocası Thomas Arnold’tur. Arnold, İkbal’in yeteneğini fark ederek Cambridge Üniversitesine gitmesini sağlamıştı.

İkbal, Cambridge’de dönemin meşhur Hegelci filozofu Mc Taggart ve psikolog James Ward ile tanıştı. Bu önemli hocaların gözetiminde felsefe çalışmaları yaptı. Bu arada bazı önemli şarkiyatçılar ile de yakınlık kurdu. 1907’de Cambridge’deki öğrenimini tamamladıktan sonra Münih’e gitti ve orada Fritz Hommel’in yönetiminde tamamladığı “The Development of Metaphysics in Persia” (İran’da Metafiziğin Gelişimi) adlı çalışmasıyla felsefe doktoru oldu.

Ardından Lahor’a dönen İkbal, iki yıl kadar Şarkiyat ve Hükümet kolejlerinde İngilizce ve felsefe dersleri okuttu. Geçimini büyük ölçüde avukatlık yaparak sağlamakla birlikte onun derdi başkaydı. İngiliz kolonisi tahakkümünde yaşayan bir Müslüman aydın olarak bu durumdan kurtuluşun çaresini arıyordu.

XIX. ve XX. asırlarda Batılı devletler tarafından sömürgeleştirilen Müslüman ülkelerde genelde iki eğilim görülmekteydi: Birinci eğilim Müslüman milletlerin kendi kimlikleri ile Batı uygarlığının karşısında durmasının imkânsız olduğu ancak kayıtsız şartsız Batılılaşarak var olunabileceğiydi. Bu yolu izleyen aydınlar Batı’ya politik ve kültürel olarak her tavizin verilmesini dile getiriyorlardı.
İkinci eğilim ise savunmacı bir yaklaşımdı. İslam coğrafyasında yaşanan tüm sıkıntılara Batı’nın neden olduğunu söyleyen kesimler bu kez Batı’dan gelecek ne varsa reddetme eğilimindeydiler. Bu zararlı etkilerden korunmanın ancak böyle olabileceğine inanıyorlardı.

Bu iki görüş de Müslümanların muhatap olduğu modernizm ve koloniciliğin getirdiği tahribatı onaramıyordu. Muhammed İkbal, bu durumu iyi tahlil etti ve hem Hint-İslam toplumuna hem de yeryüzündeki tüm Müslümanlara yeni bir yol sundu.

Öncelikle İkbal hem dinî eğitim alan hem de Batı’da felsefe çalışmaları yapan bir Müslüman aydın olarak yepyeni bir senteze varmıştı. O, büyük mutasavvıf Mevlana Celaleddin Rûmî’nin tasavvufi bakışını, büyük Müslüman fakihlerin görüşlerini ve Hegel, Bergson, Nietzsche gibi Batılı filozofların düşüncelerini birlikte değerlendirdi. Böylelikle onun düşünce metodu İslamiyet’in temel esaslarından zerre taviz vermeden Doğulu ve Batılı etkilerin bir sentezine ulaştı.

Müslümanların sorunlarına

çözüm önerileri

İkbal, yoğun ve ciddi eğitimiyle ulaştığı fikir sentezini yaşanan pratik olayların çözümlemesi esnasında da aktardı. Düşüncesinin hareket noktası modernizm ve kolonyalizmle muhatap olan Müslümanların yüz yüze olduğu sorunların bilincinde olabilmeleriydi. Çünkü ancak bunun bilincine varabilen Müslümanlar hem politik hem de toplumsal alanda Batı’nın saldırılarına cevap verebilirlerdi.

Oysaki İkbal hem kendi Müslüman-Hint toplumunun hem de diğer Müslüman toplumların bu konuda başarısız olduklarını görüyordu. Çünkü Müslümanlar arasında o günlerde şiddetli bir pasifizm (edilgenlik) mevcuttu. Sorunların en büyük kaynağı buydu. İkbal, bu rahatlığın suçunu bizzat Müslümanlara yüklemekteydi. Müslümanlar kendilerine Allah tarafından verilen, O’nun yeryüzündeki halifesi (Halifetullah fi’l-Arz) olma görevini gerçekleştirememişlerdi. Bundan dolayı da Batı’nın saldırılarına cevap üretecek dinamizmden de yoksundular. Mevcut durumun nedeni sadece Batı’nın gücü değil, Müslümanların da politik alandaki bilinçsizliği, mezhepçilik kavgalarına düşmeleri ve hareket eksiklikleriydi. Peki ne yapmalıydı Müslümanlar? İşte İkbal’i milyonlarca kişiye ilham veren tutkulu şiirleriyle sevilen bir şair olmanın ötesine taşıyan ve bunun yanında Pakistan’ın manevi babası kılan Müslümanlara sunduğu modeldi.

İdeal Müslüman toplum

nasıl olmalı?

İkbal’e göre ideal İslam toplumu yani ümmet, aynı bilince sahip bireylerden oluşan topluluktur. Bu toplumun biricik rol modeli de Hz. Peygamber’dir. Kısacası Müslüman toplum, mükemmel örneğini Hz. Peygamber olarak gören, merkezine tevhit inancını alan, özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe dayalı bir toplumdur. Rol model olan Hz. Peygamber, hem bir peygamber hem de bir devlet adamı olarak yapılması gerekenleri yaşamında Müslümanlara göstermiştir.

Onun anlattığı ideal toplum, durgun bir ideoloji olmayıp sıkı bir şekilde Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyenin temel ilkelerinde yerleşik kalan ama zamanın değişim ve ilerlemelerine de uyarlanabilecek bir modeldi.

Bu toplum özgün bir toplum olacaktır. Çünkü mutlak eşitliği esas alan ideal İslam toplumu aslında demokrasinin öz değerlerini de içinde barındırmaktadır. Ama bu, Batı’nın modellediği ve kökeni antik Yunan’a dayanan demokrasi anlayışı değildi. Bu İslam’ın özünden gelen özgün bir demokrasi anlayışıydı.

İkbal’e göre demokrasi, bireyin ortaya çıkmasına izin verme bakımından en iyi yönetim biçimiydi. Bu özelliği ile bireyselliği önleyen aristokrasiden çok daha iyiydi. O, Müslüman Hint toplumuna baktığında, Hindu toplumunda olduğundan daha kötü durumda olduğunu düşündüğü mezhepçilik ve kast sistemini görmekteydi. Bu sebeple Müslümanların demokrasiyi tercih etmeleri yeniden yükselmelerini sağlayacaktı. Fakat demokrasinin yalnızca pragmatik bir yönetim biçimi olmadığını vurgulayan İkbal, bu sistemin köklerinin bizzat İslam’da olduğunu ileri sürüyordu. Öyle ki düşünüre göre; küçük Müslüman toplumun geniş ölçüde eşitlik ve birlik temelinde işleyen modeli yine Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ashabı döneminde yani İslam’ın ilk yıllarında kendisini göstermişti.

Ama İkbal bu düzeni sağlamlaştıracak en önemli zemin olarak eğitimi görmekteydi. Müslümanların böylesi bir ideal toplum kurmalarının ve İslam medeniyetini ihya etmenin yolunun sağlam bir eğitimden geçtiğini düşünüyordu. Demokrasi yalnızca neye oy verdiğini bilmeye yetecek kadar eğitimli Müslümanların yaşatabileceği bir tasavvurdu. Böylece eğitimle sağlam iradeli ve bilinçli bir Müslüman modeli ortaya çıkabilecekti. Düşünür, Alman filozof Nietsche’nin de etkisiyle “üst insan” ya da Ubermensch kavramını önemsiyordu. Burada kastı elbette ırka değil bilinçli ve sağlam iradeli insanlara vurgu yapmaktı. İkbal bu konudaki örneklerini de İslam tarihinden buluyordu. Onun üstün kişilik fikri, bir hadis-i şerifte geçtiği üzere her yüzyılda bir “müceddid”in ortaya çıkıp dinamizmi tekrar sağlayacağı inancına dayanmaktaydı. Geçmişteki tanınmış “müceddidler” arasında Şâfiî ve Gazali sayılabilirdi. Ayrıca İkbal yalnızca bu dinamizmi veren önderleri geçmişteki nebilerle sınırlandırmamış tasavvufta Allah dostları olarak bilinen velileri de kapsayacak şekilde daireyi genişletmişti. Bu, mutasavvıfların insan-ı kâmil kavramına denk geliyordu. Kendi dilinde bu modele merd-i hüda adını veren düşünür, özellikle Hz. Mevlana’nın insan-ı kâmil kavramı üzerinde çokça durmaktaydı.

Pakistan’ın kuruluşuna

giden yol

Muhammed İkbal sadece teori ortaya koyan bir düşünür değildir. İlkelerinden taviz vermeden günlük siyasette de yer almıştır. 1924’te Lahor’daki Millî Özgürlük Birliği’ne katılmış ve 1926’da Pencap Yasama Konseyi’ne seçilmiştir. Toprak gelirleri ve vergiden bahsedip zorunlu eğitim ve köyler için daha iyi sağlık hizmetlerini savunmuş, aktif bir üye olmuştur.

İkbal’in yazılarındaki açık İslam birliği düşüncesi onun millî kurtuluş etkinlikleriyle birlikte yürür. Ama İkbal’in bir yol haritası vardır. Sömürgecilik karşıtlığı, Hindistan’ın İngiliz kolonisi olmaktan kurtulmasını ve Müslüman Hint toplumuna bağımsız bir devlet kazandırılmasını İslam milleti takip edecektir. Ona göre İslam milleti, siyasi ve kültürel bağımsızlığına kavuşmuş, iç bünyesini iyice güçlendirmiş bir İslam milletleri topluluğudur. Bu bağlamda İkbal için Türklerin yeri apayrıdır. Düşünür Türk milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgilidir. 1911’de Trablusgarp Savaşı şehitleri için yazdığı şiirinde bu ilgisi büyük bir samimiyetle kendisini göstermektedir. Ama şiirin belki de en can alıcı yeri İkbal’in, huzuruna çıktığı Hz. Peygamber’in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şehitlerinin kanının bulunduğu şişeyi Resulüllah’a (s.a.s.) sunmasıdır. İkbal, sömürgecilik döneminde bağımsızlığını koruyabilen tek Müslüman millet olarak övdüğü Türk milletini aynı zamanda “İslam Rönesansı”nı gerçekleştirebilecek yeteneğe sahip olarak da görmektedir.

Sadece şiir yazmakla da kalmamış, Millî Mücadele yıllarında Pakistan halkını, Türk milletinin millî mücadelesine destek vermek için örgütlemiş, millî mücadelede kullanılmak üzere Pakistan halkından 1.5 milyon sterlin toplayıp Ankara hükûmetine gönderilmesini sağlamıştır.

İkbal, siyasi faaliyetleri kapsamında 1930’da İslam Birliği’nin başkanı seçilir ve başkanlık konuşmasında Pakistan hayalini ortaya koyar. Londra’da sırasıyla 1931 ve 1932’de düzenlenen Pakistan’ın geleceğine ilişkin ikinci ve üçüncü yuvarlak masa toplantılarına katılır. Böylece Muhammed İkbal, ülkesinin siyasetine katılır ve Müslüman bir aydın sorumluluğuyla halkını yönlendirir. Onun konu hakkındaki düşüncesi: “Siyaset; çalışmak, izzet ve şerefe davet etmektir.” şeklindedir.

21 Nisan 1938’de vefat eden Muhammed İkbal’in ömrü 14 Ağustos 1947’de Pakistan’ın bağımsızlığını kazandığını görmeye vefa etmemiştir. Fakat gerek yazdığı şiirleriyle Hindistan’daki Müslümanların hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında gerekse Müslümanların bilinçli ve iradeli olmalarını öneren fikirleriyle Pakistan’ın kuruluşunda büyük tesiri olmuştur.