Makale

MODERN ZAMAN MUHACİRLERİ

MODERN ZAMAN MUHACİRLERİ
Dr. Bayram DEMİRTAŞ
DİB Göç ve Manevi Destek Hizmetleri Daire Başkanı

- Baba biz buraya niçin geldik?

Yıllar önce yurt dışı görevim esnasında kızımın bana sorduğu bu basit soruyu cevaplamakta nasıl zorlandığımı çok iyi hatırlıyorum. Cevap çok kolaydı ama okulda arkadaşlarının konuştuklarını anlayamamak, tüm çevresine yabancı kalmak, sevdiklerinden uzak düşmek ve daha birçok şeyle birleşince beş yaşındaki çocuk gözüyle oldukça anlamsız kalıyordu.

İnsanoğlu öteden beri her ne kadar bu dünyada kalıcı olmadığını çok iyi bilse de özellikle doğup büyüdüğü çevreye varlığını anlamlandıran bir unsur, kimliğini, kişiliğini, hayat anlayışını şekillendiren bir etken, kendisini tamamlayan bir parça olarak bakmış, bir nevi kendisini onunla ölümsüzleştirme çabasında olmuştur. Bulduğumuz ya da sahip olduğumuz küçücük bir toprak parçasına uzun ömürlü ağaçlar dikmekten tutun da ahiret yolcularını büyükşehirlerden sılaya taşımaya varıncaya kadar buna dair birçok örnek saymak mümkündür. Anne babası, kardeşleri, yakınları, dili, rengi, ağız tadı gibi nesilden nesile tevarüs eden pek çok değer nasıl ki insanın ayrılmaz bir parçası olarak anlam dünyasını oluşturuyorsa bu manada sıla, memleket ya da vatan da kişinin dünü ve bugününe dair silinmez izler bırakan, yarınlarına yön veren değerler manzumesinin en önde gelenlerindendir.

İnsanın doğup büyüdüğü, hayata tutunduğu, yurt edindiği toprağa bu derece bağlı olmasına karşın dünya üzerinde yerinden yurdundan edilmesi, vatanından ayrı bırakılması, yabancı ellerde yaşamak durumunda kalması gibi yürek burkan acı manzaralara tarih hemen her dönemde ibretle şahit olmuştur. Geçmişten günümüze bu göç hareketleri kimi zaman fırtınalı bir havada okyanusun azgın dalgalarına kapılmış bir geminin kontrolsüzce ilerleyişi gibi insanca yaşama uğruna çaresiz bir arayıştan kaynaklanmıştır. Kimi zaman insanlığa faydalı olabilmek adına ilim aşkıyla girişilen yorucu yolculuklardan neşet etmiştir. Kimi zaman ufuklara medeniyet taşıyabilmek gibi yüce bir gaye ve ideale dayanmıştır. Zaman zaman da tıpkı günümüzde olduğu gibi birilerinin ihtirasları, zalimlikleri, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımayan bencillikleri yüzünden nefes alınabilecek, masum yavrulara aydınlık bir gelecek inşa edilebilecek huzurlu bir hayata kavuşma düşüncesiyle yaşanmıştır. Ancak neticede acı bir gerçek vardır ki o da insanlık tarihinde yaşanan göçlerin çoğu zaman utançla hatırlanmasıdır.

Sıladan uzak düşen her diyara dilimizde gurbet adı verilmiştir. Gurbette geçirilen her gün “insanın yüreğini dağlayan bir acı” diye nitelenmiştir. Gurbet acısı söze gelmiş, adına nice türküler yakılmıştır. Ancak her çeşidi içinde nice acıyı barındırsa da geçmişten bugüne göçün üzerinde en çok konuşulması gereken türü zorunlu olanıdır. Bu tür göç Kabil’in, kardeşi Habil’e kıymasından bu yana insanın insana reva gördüğü en büyük zulümlerdendir. Zira şiddetle, zorbalıkla, haksızlıkla, haddi aşmakla başkalarına dünyayı dar ettiğini zannedenler aslında kendilerini zulmün karanlığında heba etmektedirler. Diğer taraftan zulümden kaçmak için sürgüne maruz kalan bir göçmen sadece evinden, mahallesinden, şehrinden, ülkesinden değil aynı zamanda benliğinden koparılmakta, ümitleri çalınmakta, yarınlarından ve hayallerinden mahrum bırakılmaktadır. Yerinden yurdundan edilen insan, köklerinden zorla koparılan ancak toprağın derinliklerinde parçalarını bırakmak zorunda kalan ağaç misali boynu bükük bir hâlde nice değerini terk etmek zorunda kalmışdır. Artık onun hayata tutunması, nefes alması, bir menzile varması çok güçtür. Ve kökü olmayan bir insan kırılgandır, desteğe, kendisine uzanacak bir ele ne de çok muhtaçtır.

Bugün ihtiras, bencillik, sorumsuzluk, vurdumduymazlık gibi insana yakışmayan davranışlar nedeniyle zorbalıklar, zorunlu göçler, mağduriyetler, mahrumiyetler dünya genelinde artan hızıyla devam etmektedir. Dünyanın farklı ülkelerinde bir taraftan sayılamayacak kadar çok nimet hırs ve tüketim çılgınlığı yüzünden israf edilirken, diğer taraftan insanlar açlığa mahkûm olmaktadır. Allah’ın, yarattığı her canlıya yetecek kadar geniş kıldığı uçsuz bucaksız yeryüzü ve koca gök kardeşlerince ademoğluna dar kılınmakta. Masum bir çocuk, kimsesiz bir kadın, bir garip yürek başını sokup nefes alacağı bir dünyayı hayal bile edemez hâlde tüm umutları tek tek kırılıp kendi başına bırakılmaktadır.

Zorunlu göç genellikle tek tek bireylerle değil çoğu zaman kitlesel olarak karşımıza çıkar. Bu durumda acı katlanarak büyür, kartopu çığa dönüşür, felaket olur. Ancak her acı hep acı olarak kalmaz. Âdeta küllerden yeni bir fidan doğar. Tarihe kavimler göçü olarak geçen olaylar dünyada değişimlere ve yeni gelişmelere sebep olmuştur. Müslüman zihninde göç ya da doğru bir ifade ile hicret ise oldukça farklı bir anlam taşır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe-i kiramın aziz hatıralarına hürmeten dinî değerlerini koruma uğruna her göçen kişi muhacir olarak bilinir de ona ensar olma görevi sünnete ittiba olarak kabul edilerek ibadet aşkıyla yapılır. İlk vahyin akabinde Varaka bin Nevfel’in Hz. Peygamber’e (s.a.s.) hitaben “Ah keşke genç olsaydım. Kavmin seni bu şehirden çıkaracağı zaman keşke hayatta olsam! Senin getirdiğin gibi bir şeyle gelen herkes bu düşmanlığa uğramıştır.” sözleri, yaşanacak bu hicretin ilk emaresidir. Diğer peygamberlerin de hak ve hakikat uğruna göç etmek zorunda kaldıkları bilinmektedir. Hz. Nuh’un gemisi beraberindeki müminlerle elbette bir hicret yolundaydı. Hz. Musa’nın hicreti, Firavun’un korkusundan annesi tarafından Nil nehrine bırakılmasıyla, bugünün birçok masum çocuğu gibi beşikte başlamıştı. Yine içinde bulunduğu büyük sıkıntı Kasas suresinde Hz. Musa’nın dilinden “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım.” (Kasas, 28/24.) şeklinde ifade edilmektedir.

Üzerinde yaşadığımız topraklar, güzel adıyla Anadolu, yarası olan birçok insana merhem olduğu gibi kendi de tarih boyunca pek çok acıya sahne olmuştur. Bunlardan herhangi birine baktığımız zaman bugün Suriyeli, Afgan ya da Somalilinin dünyanın dört bir yanında yaşadığı hikâyesinden çok da farklı olmadığını, derin bir acının ortak paydasında buluştuğunu görmek mümkündür.

Bugün dünya üzerinde 272 milyon insanın farklı gerekçelerle göçmen durumunda oldukları bilinmektedir. Bu rakamın yaklaşık yüzde 62’sini kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır. Kadın ve çocuk oranı savaş bölgelerinde gerçekleşen zorunlu kaçışlarda yüzde 70’lerin üzerine çıkmaktadır. Elbette bu rakamlara 20 kişilik bota 60 kişi binildiği ve kendisine değerinin çok üstünde bir fiyata suya temas edince batan can yeleği satıldığı için denizde hayatını kaybeden binlerce kişi ya da kurtarılmayı beklerken açık denize doğru itilerek ölüme terkedilen on binlerce kişi dâhil değildir. Dünyanın o ya da bu yarım küresinde insanca yaşayabilme umuduyla evini ocağını satıp her şeyini insan kaçakçılarına teslim eden, dondurucu soğukta ailesine sarılarak titremesini ancak bir süre erteleyebilen ve çok geçmeden hayata gözlerini yuman binlerce çocuk, kadın, erkek bu sayılarda yer almıyor. Aslında onlar ne gidenler ne de kalanlar arasında yer alıyor. Sadece haberlerde ekrana yansıma şansı bulanlar, bir çocuğun yavaşça “Dünya çok kötü bir yer.” şeklinde fısıldamasına yol açıyor. Tüm insanlığın omuzlarına bir vebali yükleyerek bütün acıları son bulan insanlar onlar.

Üzülme sen çocuk, iyiler kötülerden güçlüdür. Allah’ın yardımı onlarladır. Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma, onların cezalarını sadece belirli bir süre ertelemektedir.

Dünya güzeldir. Bu gök kubbe altında herkese yetecek kadar yer vardır. Güneş herkesi ısıtacak kadar sıcaktır. Havamız, suyumuz, ışığımız herkese yeter, sahip olduklarımız paylaştıkça bereketlenir, çoğalır.