Makale

Prof. Dr. İhsan Süreyya SIRMA: “Hicret, inananların ortak kaderidir.”

Prof. Dr. İhsan Süreyya SIRMA:
“Hicret, inananların ortak kaderidir.”
Söyleşi
Mahir KILINÇ

Hz. Peygamber’den önceki dönemlerde yaşamış peygamberlerin ve onlara inananların kâfirler tarafından hicrete zorlandıklarını Kur’an-ı Kerim çeşitli ayetlerle anlatır. Bir bakıma peygamberlerin ve onlara inananların ortak kaderi olan hicret hakkında neler söylemek istersiniz?

Hicret, bir davanın tahakkuku için yapılır. Özellikle peygamberler ve onların takipçisi olanlar, Allah’ın emrettiği yaşamı sürdürebilmenin imkânsız olduğu yerlerden bunun mümkün olduğu yerlere gitmişler ve inandıklarını yaşamak uğruna hicret etmişlerdir. İmam Şâfiî “Gurbet” adlı şiirinde: “Derdi olanın yerinde oturmasının anlamı yoktur, onun için hicrete git. Eğer altın, dağın altından çıkıp atölyeye gitmeseydi yani hicret etmeseydi onun mücevher olduğu anlaşılır mıydı?” der. Dolayısıyla insanların doğumuyla başlayan hicret, bir göç değil; menzil uğruna yapılan seferdir.

İnsanların atası olan Hz. Adem cennetten yeryüzüne hicret
etmeseydi insanlık tarihi de vücut bulmazdı. O, ilk hicreti cennetten yeryüzüne inerek gerçekleştirmiştir. Kanaatime göre Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilmesi, serüvenin Arafat’ta başlaması en büyük hicrettir.

Hicret, sadece peygamberlerin, onlara inananların değil büyük âlimlerin de ortak kaderidir. Bir örnek vereyim mesela: Endülüs’ün Müslümanların olduğu zamanlarda, burada yetişmiş pek çok âlim doğuya hicret etmiş. İbn Arabi daha 26 yaşındayken İşbiliyye’den çıkıp Fas’a, Tunus’a, Mekke’ye, Kuzey Afrika’ya kadar gitmiş. Hatta Urfa, Diyarbakır, Sivas üzerinden Malatya’ya gelmiş ve oradan da Konya’ya geçmiş. Bunlar hep hak yolundaki mücadelenin ve bir arayışın göstergesidir. Çünkü hicret, bir ayrılıktan öte bir arayıştır ve bir şeyi bulmanın telaşıdır. Onun için peygamberler ve tarihte gördüğümüz büyük insanların hayatında hep hicret vardır.

Allah Teâlâ’nın, Kur’an-ı Kerim’de “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de…” (Nisa, 4/100.) ayetiyle müjdelediği üzere Müslümanların sıkıntıda kaldıklarında bir çıkış yoludur hicret.

Müslümanları derinden etkileyen pek çok olayın yanında İslam tarihine genel olarak bakıldığında hicret nasıl bir yerde durmaktadır?

Hicret, Resulüllah’ın (s.a.s.) sîretine ve Müslümanların tarihine bakılınca en önemli olaylardan biridir. Çünkü çok ciddi bir imtihandır. Vatanını ve onunla birlikte malını, mülkünü terk etmek hiç de kolay bir hadise değildir. Hicret esnasında bazıları kalmak istemişti ama Hz. Peygamber (s.a.s.) herkesin gitmesi yönünde emir verdi. Böylesi ciddi bir imtihan, beraberinde fedakârlığı ve sadakati getirir. Hicret, aynı zamanda Resulüllah (s.a.s.) ile kader birlikteliği yapan o fedakâr ve sadık kimselerin belirleyiciliği yönünde de önemli bir etkiye sahiptir.

Mekke’de çeşitli zulüm ve işkencelerle iyice köşeye sıkışan Müslümanların âdeta bir nefes almasını sağlayan hicret, ayrıca İslam’ın Mekke dışına taşınmasını ve yeryüzüne yayılmasını sağlamıştır. Zayıf ve küçük bir topluluk olan Müslümanlara güçlü ve donanımlı bir devlet olma yolunu da açmıştır. Müslümanların tarihinde Mekke fethi de dâhil olmak üzere pek çok fethin hazırlayıcısı olan hicret, Müslümanlar için siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan birçok olumlu gelişmeye vesile olmuştur.

Hicretin yol açtığı bu gelişmeler nelerdir?

Hicret öncelikle Müslümanlara siyasi bağlamda bir devlet oluşturma imkânı sağlamıştır. Resulüllah (s.a.s.) Medine’ye gelince orayı bir etüt etti. Sosyolojik bir çalışmaydı bu aslında. Medine’de nüfusun yarısı Beni Kurayza, Beni Nadir ve Beni Kaynuka kabilelerinden oluşan Yahudiler, diğer yarısı da Evs ve Hazrec kabilelerinden oluşan Araplardı. Ancak Yahudiler ikinci sınıf insanlardı ve asıl hâkimiyet Arapların elindeydi. Her ne kadar durum böyle olsa da Yahudiler de önemli bir faktördü. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu kabilelerin liderleriyle görüşüp dışarıdan gelecek tehlikelere karşı herkesi korumak, içeride de herhangi bir haksızlığın zuhurunu engellemek adına bir antlaşma oluşturdu. “Medine Vesikası” diye de geçen bu antlaşma Muhammed Hamidullah Hoca’nın da tabiriyle dünyanın ilk anayasasıdır. Resulüllah’ın (s.a.s.) bu hamlesi siyasi bir başarıdır. Bizzat Resulüllah (s.a.s.) teşebbüste bulunduğu için devletin başı da o oldu. Böylelikle bir nevi devlet başkanlığını ilan etmiş oldu. Anayasayı Resulüllah’ın (s.a.s.) hazırlamış olması, onu da onların nezdinde önemli bir mevkiye taşımış oldu. Çünkü kendi aralarında bir anlaşmazlık yaşadıklarında çözüm mercii olarak Resulüllah’a (s.a.s) geliyorlardı ki bunu da o antlaşmanın içerisine yerleştirdiler.

Hicret, bütün insanlarda bir değişiklik yapar, sosyolojik açıdan da bu böyledir. Çünkü insanlar, gittikleri yerde farklı farklı şeyler öğrenirler. Malumunuz insan hangi coğrafyada ise o coğrafyaya uygun bir yaşam sürdürür ki o da onun mizacına sirayet eder. Bırakın insanı diğer canlılarda bile bu böyledir. Mekke’nin kayalıklarla çevrili dağların arasında olmasının, Mekke’de yaşayanların biraz daha sert olmasında etkili olduğu uzmanlarca açıklanmıştır. Bu, gayet makul. Mekke’de tarımın olmaması ve ticarete dönük bir hayatın olması, Medine’deki insanların toprakla, ziraatla uğraşan kimseler olması bu iki toplumun da sosyal açıdan farklılığına sebeptir. Mekkeliler de Medine’nin o yapısından etkilendiler ve munis bir yapıya döndüler, diyebiliriz.

Ekonomik açıdan da düşündüğümüzde hemen aklıma Abdurrahman bin Afv geliyor. Onu evine alan kişi yediriyor, içiriyor. Abdurrahman bin Afv daha ilk gün kendisini yediren, içiren ev sahibine diyor ki: “Bana bir dinar borç verebilir misin?” Ev sahibi kendisine borç veriyor. Abdurrahman bin Afv, pazara gidiyor; o bir dinarla hurma alıyor ve onu pazarda satıyor. Akşam eve gelince de ev sahibine borcu olan bir dinarı ödüyor. Kendisi tüccar kafalı biri olduğu için de Medine’nin en büyük tüccarı oluyor. Her ne kadar Mekke’de tüm varlıklarını bırakmış da olsalar Medine’nin suhulet yüklü ortamı onların ticaretlerini daha kolay yapabilmelerini sağlamıştır. Ayrıca Medine’de ziraatı öğrenmeleri onları bahçe sahibi yapmış ve Abdurrahman bin Afv’ın hurma bahçeleri de olmuş.

İslam tarihinde sadece bir mekân değişikliği olarak görülmeyen, Müslümanlar için âdeta bir dönüm noktası olan hicretin başarılı olmasında etkili unsurlar nelerdi?

Hicretin başarılı olmasında etkili olan öncelikle halis niyet, Peygamberimizin arkadaşlarının samimiyeti ve daha önce Müslüman olan ensarın kucak açmasıydı. Ciddi bir kavilleşmenin örneği olan biatlar başarının en önemli etkenlerinden biriydi ayrıca. Zaten bunlar olmasaydı Resulüllah (s.a.s.) belki Necâşî’nin ülkesi Habeşistan’a giderdi. Resulüllah (s.a.s.) ensar hakkında diyor ki “Ensar’ın yapmış olduğu iyiliklerine iyilikle mukabele edin, kötülüklerini görmezden gelin.” Niye? Çünkü onlar ensar ve İslam’ın neşvünema bulmasında en büyük etkenlerden biriydi. Hz. Peygamber’in kabrinin Medine’de olmasına yönelik tercihi de ensarın yaptıklarına karşılık en büyük vefa örneğiydi. Mekke’yi fethetmesine rağmen o çok sevdiği Mekke’den Medine’ye geri döndü.

Kur’an-ı Kerim’de “Allah yolunda yurdundan göçmek” olarak nitelendirilen hicretin İslam davetinin seyri ve dinin yayılışındaki öneminden bahsedebilir misiniz?

Önceki sorulardan birinde de geçtiği gibi peygamberlerin çoğu hicret etmiştir. Çünkü içerisinde bulundukları toplumlar onların söylediklerini kabul etmemiş, onlar da Allah’tan kendilerine verilen bu sorumluluğu ve mesuliyeti önce kendi toplumlarına sonra diğer topluluklara ulaştırabilmek için mücadele vermişlerdir. Kendi topluluklarının dışındakilere de bu davayı anlatabilmek ve ulaştırabilmek adına hicret etmişlerdir.

Resulüllah’ın (s.a.s.) yapmış olduğu hicret özelinden hareketle Mekke devletinin acımasız işkenceleri, hakaretleri Müslümanları artık İslam’ı yaşayamaz hâle getirdiği anda hicret Müslümanlara açılan bir kapı oldu. Hicret evvela Müslümanların rahat bir nefes almasını sağladı. Sonrasında Müslümanların ciddi birliktelik kurması, devletleşmesi ve daha güçlü bir hâle dönüşmesi İslam davetinin halka halka yayılmasını sağladı. Medine’de devlet kurulduktan sonra sadece askerî cihatla değil, siyasi ilişkiler kurarak da İslam tebliğ ediliyordu. Hz. Peygamber (s.a.s), Medine’den komşu devletlere elçiler göndermiş ve bu elçiler aracılığıyla Yemen’e, İran’a, Bizans’a kadar İslam’a davet mektupları yollamıştır. Böylelikle hicret, İslam’ın
yayılışı noktasında Müslümanlara çok önemli bir ivme kazandırmıştır.

Hicret sonrası Hz. Peygamber’in uygulamaya koyduğu ve dünyada eşi benzeri bulunmayan bir kardeşlik örneği “muahat”ın o günkü şartlar yönüyle öneminden ve bu uygulamayı günümüz dünya şartlarına taşıyabilmenin yollarından söz eder misiniz?

Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye gelince şöyle düşünmüş olabilir: “Mekke’de 13 yıl çeşitli işkencelere maruz kaldık. Şayet burada bir devletimiz olmazsa o işkenceler burada da devam eder. Her ne kadar Medine’de organize bir devlet olmasa bile ileride Müslümanların aleyhinde bir birliktelik olduğunda Mekke’deki sıkıntıları burada da çekeriz.” İşte Mekke’deki sıkıntıları bir daha yaşamamak adına burada bir yapılanmaya öncülük etti. Ancak o yapılanmayla muhacir ve ensar arasında daha önce dünya tarihinde görülmemiş öyle bir kardeşlik tesis edildi ki işte buna Araplar “muahat” derler. Hz. Peygamber’in uygulamaya koyduğu bu “muahat”la her şeylerini Allah’ın (c.c.) rızası uğruna bırakıp gelen Mekkelilerle Medineliler birbirine kardeş oldu. Orada Mekke ve Medine karışımı bir toplum oluştu. “Muahat”la ilgili kitaplarda çok fazla ayrıntı yok ama Resulüllah’ın (s.a.s.) büyük bir stratejisidir. Çünkü bu kardeşlik, Müslümanların daha da güçlenmesini sağladı. Ayrıca Müslümanlar arasındaki herhangi bir tefrika ya da ayrılık da bu sayede önlenmiş oldu.

“Allah’ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni (zorla) çıkarmasaydı ben kendiliğimden çıkmazdım.” diyerek Kâbe’den ayrılmanın hüznünü dile getirmişti Efendimiz. Hicret yurdu Medine’deyken Mekke’ye duyduğu özleme dair en çarpıcı anekdot sizce hangisidir?

Medine’de Mekke’ye dair bir hüznünü anlatan herhangi bir metinle karşılaşmadım ama Mekke’nin fethi esnasında şehre bakıp duygulandığını ve Allah’a şükrettiğini biliyorum. “Beni kovan bu devleti almaya geldim.” diye seviniyor. Bir de Mekkeli müşriklerin iman etmemelerine çok üzüldüğünü biliyorum. Allah’ın evi Kâbe’nin olduğu bir şehirde yaşamalarına rağmen iman etmediler ama Medineliler iman etti.

Öz Geçmiş

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, 10 Temmuz 1944’te, Pervari’de doğdu. İlkokulu Pervari’de, liseyi Siirt Lisesinde bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden 1966’da mezun oldu. Üniversite öğrenimi sırasında, bir süre Batman’da, Türk Petrollerinde işçi, bir süre de Diyanet İşleri Başkanlığında memur olarak çalıştı. Fakülteyi bitirdikten sonra Siirt Lisesine öğretmen olarak atandı. 1967’de kazandığı bursla Fransa’ya giderek İslam tarihi alanında doktora (1973) yaptı. Doktora çalışmaları sırasında, Arapça öğrenmek için bulunduğu Tunus’ta Zeytuna Üniversitesinde sosyolog Fadıl b. Aşur’un derslerine de (1969-70) katıldı. 1973-1974 öğrenim yılında Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünde İslam tarihi öğretmenliği yaptı. 1974’te Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde İslam tarihi doktoru olarak görev aldı. Doçentliğe (1980) ve profesörlüğe (1989) yükseldi. 1993 yılında Sakarya Üniversitesine geçti ve 1995 yılında emekli olana kadar bu üniversitenin İlahiyat Fakültesinde İslam tarihi öğretim üyeliği yaptı. 1995-97 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde başkan danışmanlığı görevinde bulundu. Çalışmalarını bir süre Viyana İslam Üniversitesinde sürdürdükten sonra yurda dönerek araştırmalarına ve yazarlık serüvenine İstanbul’da devam etti. 1979 yılından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazan İhsan Süreyya Sırma, İslam tarihi araştırmalarının yanı sıra yurt içi ve yurt dışında konferanslara katılarak bildiriler sundu Muhammed Hamidullah’tan Makaleler adlı çevirisi ile 1986 Türkiye Yazarlar Birliği Çeviri Ödülünü kazandı.