Makale

Benim Koruyucu Meleklerim

Benim Koruyucu Meleklerim

Müzeyyen Yazıcı

Sıcak, yapışkan bir ağustos gecesinde göğsüme çöreklenen ağrıyı bunaltıcı havadan bilmiş, anne babamı uyandırmak istemeyerek parmak uçlarımda süzülüp biraz ferahlamak için soluğu balkonda almıştım. Bütün o yapay şehir ışıklarının çekildiği vakitlerde yıldızlar göğün gerçek sahipleri olduğunu haykırıyor, pırıltılar eşliğinde gecenin karanlığını görsel bir şölene çeviriyordu. Bu muhteşem manzara, dingin ve sessiz gece hatta sokağı boydan boya adımlayan ılık yaz rüzgârı dahi içimi ferahlatmaya yetmemişti. Gecenin heybeti, göğün kararlılığı karşısında kendimi aciz ve savunmasız hissediyordum. Bir şeylerle uğraşma ihtiyacı duyarak elime bir kitap aldım. Tekrar yatağa dönmem, hele uyuyabilmem kabil görünmüyordu. Bir yandan sayfaları karıştırıyor kelimelerin, satırların arasında geziniyor bir yandan da sabah ışıklarının içimi aydınlatmasını bekliyordum. Göğün de numaraları olurmuş, sevgili babam fecri kazip derdi bu yanıltıcı aydınlığa. Sabah namazı vaktinden önce gökyüzüne kudret kaleminden çekilmiş ışıktan bir hat… Ne muazzam bir görüntü. Abdest alıp ezanı beklemeye koyuldum. Ardından müezzinin sesinden gönle şecaat tohumları eken sabah ezanının ilk nağmeleri duyuldu. Bedenler Rabbin keremiyle sıcak yataklarında istirahat ederken duyulan o çağrı: "Essalat’ü hayr’ün minen nevm". Manevi duyguların kabaran deli dalgalar gibi köpük köpük yayıldığı o saatler... Babacığım her ezanın belli makamlarda icra edildiğini söyler, en çok da saba makamında okunan sabah ezanın ihtiyar gönlünü nasıl da coşturduğunu dile getirirdi. Ezanla birlikte evden gelen tıkırtılar babamın uyandığına işaret ediyordu. Gönlü zengin bu zarif adam usulca kalkar, abdestini alır, ardından tatlı sözlerle annemi ve beni uyandırırdı. Çok geçmeden anneciğimin de ayaklandığını duydum. Saniyeleri sayarak babamın hareketlerini gözümde canlandırmaya çalışıyordum. Şimdi terliklerini giymiştir. Koridora çıkmıştır. Şimdi odamın kapısına varmış, usulca tıklatıyordur. Odamın kapısını açık mı bıraktım acaba? Beni göremeyince ya telaşlanırsa, korkarsa… Ben bu biraz muzip biraz da ürpertici düşüncelere dalmışken omzuma konan bir şalın yumuşak dokunuşuyla başımı kaldırdım. Pamuk çehresiyle babam gülümsüyor, iri yeşil gözleri seher vaktinin loş ışığı altında zümrüdi bir tona evriliyordu. Beni odamda göremeyince hani şu nohut oda bakla sofa dedikleri türden hepi topu iki oda bir salondan müteşekkil evimizi dolaşmış, ardından balkonda olabileceğime kanaat getirmiş, sabahın serinliğinde üşütürüm endişesiyle de yanına bir şal alıp uzaklara dalıp giden kızının omuzlarına usulca bırakmıştı.

Birlikte sabah namazını kıldıktan sonra biraz oturduk. Gece uyuyamadığımı yüzüme yerleşen yorgunluktan anlamış olacak “Neyin var, güzel kızım?” diye sordu tatlı sesiyle. Sorusunu boşlukta bırakarak “Babacığım bana Kur’an okur musun?” dedim. Ne zaman onun o davudi sesinden ilahi kelamı dinlesem kalbim sükûnete kavuşur, zihnimi perdeleyen kara bulutlar dağılır, içimdeki korku ve endişe uçar giderdi. Babam bilirdi ki ondan Kur’an dinlemek istedimse şayet, içimde tarifi zor ve hatta çoğu zaman nedensiz bir keder baş vermiştir, bu gam ve kasaveti de ancak onun güzel sesi ile ilahi kelamın buluşması dağıtabilecektir.

Babacığım rahlesinin başına geçip Mushaf’ı açtı. Hicaz makamında Duha suresini okuduktan sonra yine aynı makamda “Aşka Düşen Pervaneyim” ilahisini terennüm etti. Gözyaşlarıma engel olamıyordum, iri damlalar babamdan aldığım en güzel hediye olan aynı yeşil gözlerden süzülüyordu. Ağladıkça kalbimin ferahladığını, boğazımdaki düğümlerin çözüldüğünü hissediyordum. Anneciğim bir köşede bu sıcak tabloyu seyrediyor, o da gözyaşlarını benden saklamak için sık sık yüzünü öte tarafa çeviriyordu. Sözlere dökülmese de babam da ben de yaklaşmakta olan ayrılık acısını kalplerimizde hissediyorduk. Anne ve babamı ilerleyen yaşlarında yalnız bırakarak başka şehre gitme fikrine alışamamıştım. Onları geç bulmuştum, erken kaybedemezdim. Mezun olduğum gün diplomama büyük bir hayranlıkla bakan babamın yüzündeki sevinci, “Küçük meleğim öğretmen mi oldu şimdi?” diyen annemin yaşadığı mutluluğu unutamam. Son senemde memurluk sınavına çalışmış ve gayretimin neticesini de almıştım. Atama sonuçları açıklandığında neşe ve hüzün iç içe geçmiş ve kalbimizi dalgalandırmıştı. İlk defa yaşadığım şehirden ayrılacak bambaşka bir şehirde, bambaşka bir sokakta sevdiğim bu iki harika insandan ayrı hayatıma devam edecektim.

Anne ve babam evliliklerinin ilk yıllarında yuvalarını şenlendirecek, onlara dünyanın en güzel mutluluğunu yaşatacak bebeklerinin özlemini duymuşlar. Seneler geçip bütün uğraşlara rağmen çocuk sahibi olamamışlar, Rabbin takdirine rıza gösterip mutluluğu kimsesiz çocuklara kol kanat germekte yakalamışlar. İmam olan babam mahallenin sevilen bir ağabeyi, amcası olmuş. Annem de onun en büyük destekçisi. Zaman geçtikçe semtimizdeki çocuk esirgeme kurumunun bütün çocukları bu iki kıymetli insanın sevgisinden nasiplenmiş. Babam, kuruma her gidişinde kenarda öylece bekleyen, çekingen tavırlarıyla dikkatini çeken, arkadaşların arasına katılmayan o sessiz ve mahzun çocukla özel olarak ilgilenmiş. Diğer pek çok çocuğun uzak yakın akrabadan tek tük de olsa ziyaretçisi olmasına karşın şimdiye kadar hiçbir geleni olmayan bu çocuk için büyük üzüntü duymuş. Ailesinin bir kazada vefat ettiğini öğrenmiş önce. Kazada küçük kızın da travma geçirdiğini ve konuşamadığını, konuşma ve dil terapilerine gittiğini fakat henüz bir sonuç alınamadığını da… Bu durum babamı derinden etkilemiş, o da küçük yaşta hem yetim hem öksüz kalmanın acısını yaşamış biri olarak zamanının büyük bir kısmını bu çocuğu kazanmak için harcamış. Terapilere o da eşlik etmiş, doktorun verdiği alıştırmaları binbir oyunla süsleyerek uygulamış. Nihayet o küçük kızın dilinden bir sözcük dökülüvermiş: Baba…

Bu kelimeyi duyunca gözyaşlarına boğulmuş babam, mutluluk gözyaşlarıymış bunlar. Annem de katılmış bu sevgi seline. İkisi de aynı duygularla birbirlerinin yüzüne bakmış sonra. Bu küçük kız demişler, Rabbin bize bir emaneti artık. Onun koruyucu ailesi olmaya karar vermişler. İlkokula birlikte yazdırmış, hafta sonlarını bir arada geçirmişler. Üniversite çağı gelip güzel bir bölüm kazandığında mutluluktan havalara uçmuşlar. Şimdi o kız uzak bir şehirde öğretmenlik yapacak, küçük yüreklere sevgiyi, iyiliği öğretecekmiş.

O kız bendim. Yurt bahçesinde bir köşede herkesten uzak ve mutsuz, konuşmayı bile unutan, gecelerini kâbuslara gündüzlerini yalnızlığa emanet eden… Babamın sevgisi bütün hayatımı değiştirdi, annemin iyiliği en büyük yardımcım oldu. Onlar benim koruyucu ailemdi, benim koruyucu meleklerim. Allah’ın kelamını babamın dilinden öğrendim. İlk namazımı annemle kıldım. İlk orucumu onlarla oturduğum mütevazı bir sofrada açtım. Rabbimin lütfunu gördüm bu iki temiz yürekte. Hiç unutmam ortaokul çağındaydım, hafta sonunu yine sevgili ailemle geçirmiştim. Botlarımı onlarda bırakmış, mevsimlik ayakkabılarımla dönmüştüm yurda. Pazartesi sabahı göğü kara bulutlar kaplamıştı. Bir sağanak ki sormayın. Ayakkabılarımı giyip bizi bekleyen servis aracına doğru koşarken yurdun bahçesinde şemsiye altında paçaları su içinde kalmış, rüzgârın o yana bu yana savurduğu damlalarla epeyce ıslanmış bir adam elinde bir çift botla bekliyordu. Babamdı o… Sabah namazından sonra botlarımı onlarda bıraktığımı görüp yağmurun da yaklaşmakta olduğunu fark edince hiç üşenmemiş onca yolu yürüyerek yurda gelmişti. Islanmıştı ve üşümüştü de… Koşarak elinden botlarımı almış, neden zahmet ettin diye tatlı tatlı söylenmiştim. Ben insan sevgisini, iyiliği, mümin kalbinin temizliğini onlarda gördüm.

Aradan geçen onca yıl, biriktirdiğimiz onca güzel anı… Ayrılık vakti yaklaştıkça kalan sayılı günlerimizi daha çok bir arada geçirmek istedik. Yurttan tamamıyla ayrılacak ama oradaki kardeşlerimi asla unutmayacaktım. Her tatilde ziyaretlerine gelecek, hem anne babamı hem de yetim kardeşlerimi sevindirecektim. Yurtta benim kadar şanslı bir başka çocuk var mıydı bilmem, böylesi iyi yürekli bir koruyucu aileye sahip olan bir başka çocuk. Umarım vardır. Yurtta hiçbir eksiğimiz yoktu. Fakat sıcak bir yuvanın özlemiyle yanıp tutuşurduk. Ben onların yuvasında sevgiye ve merhamete kanmıştım. Huzurluydum. Hayatla barışmış, Rabbimin lütfuna mazhar olmuştum.

Babam ilahisini bitirdiğinde ben de geçmişimde yaptığım bu tatlı gezintiden uyandım. Annemin elini öptüm. Birlikte günün ilk ışıklarına kadar oturup sohbet ettik. Küçükken yaptığım ufak tefek yaramazlıkları anlatıp gülüştüler. Bir gün annemin eşarplarından birini alıp, baba ben kapanmak istiyorum, dediğim günü sevinç ve gururla anımsadılar. Onlar bir insan kazanmışlardı. Büyüdükçe bunu çok daha iyi anladım. Minik bir yüreği Allah sevgisiyle doldurmuşlar, geceleri yatakhanede ettiğim duaların karşılığı olmuşlardı. Bir evlatları olmamıştı belki ama başta ben olmak üzere onlarca yetime, öksüze kol kanat germişlerdi. Üstelik bunu sadece Allah rızası için yapmışlar, bize hep iyiliği ve dürüstlüğü öğütlemişlerdi.

Görev yerime benimle birlikte geldiler, benim gibi genç yeni atanmış öğretmenlerin kaldığı bir pansiyona yerleştim. Babam tatlı dili ve vakur duruşuyla her girdiği ortamda insanların hem sevgisini hem saygısını kazanan biriydi. Vazife aldığım okulun müdürüyle tanışmış, kısa zamanda onun da hürmetini kazanmıştı. Annem kalacağım pansiyonu hızlıca elden geçirmekle meşguldü. Rahat etmem için o ihtiyar hâliyle ortalığa çekidüzen vermek için elinden geleni yapıyordu. Beni yerleştirdikten sonra gönül rahatlığı ile yuvalarına döndüler. Her akşam telefonda arayıp hâlimi hatırımı sordular. Onların varlığını hep yanı başımda hissettim. Şimdi öğretmenlikte dört yılı geride bırakıyorum. Tayin döneminde tercihte bulunacağım. En büyük arzum onlarla aynı şehirde yaşamak. Bana en zor anımda destek olan o güzel iki insana ihtiyarlık dönemlerinde yakın olmak. Ben de onlar gibi koruyucu aile olmak, onlar nasıl ki benim hayatıma merhametin o sımsıcak elini uzattılarsa ben de kimsesiz başka hayatlara elimi uzatmak, mahzun olmayın, üzülmeyin ben buradayım demek istiyorum. Babam gibi olmak istiyorum…