Makale

Cihan Aktaş İle Yazı Hayatı Üzerine

Cihan Aktaş İle Yazı Hayatı Üzerine...

Söyleşi: Mahir Kılınç

Gazeteci yazar Cihan Aktaş, 15 Ocak 1960 yılında Erzincan’da doğdu. 1977 yılında Beşikdüzü Öğretmen Lisesi, 1982’de İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulunu bitirdi. 1997 yılında Gençlik Dergisi tarafından “Yılın Hikâyecisi”, 1995 ve 2002 yıllarında TYB tarafından “Yılın Romancısı” olarak ödüllendirildi. Köşe yazarlığı ile birlikte roman yazarlığı ile de ön plana çıkan Cihan Aktaş, günümüzde çeşitli web sitelerinde makaleler yayımlamaktadır. Öykü, roman ve deneme türlerinde çok sayıda kitabı vardır. Tahran’da üç yıl Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde hocalık yapan yazar, evli ve iki çocuk annesidir.

Toplumsal farkındalığı olan, çok yönlü, başarılı bir yazarsınız. Cihan Aktaş bu birikimini nasıl elde etti, çocukluk yıllarınızdan itibaren yazma serüveninizden biraz bahseder misiniz?

Çok teşekkür ederim güzel sözleriniz için, inşallah hak ediyorumdur. Sanırım mutlu bir çocukluk yaşadım, kitaplarla kurduğum bağ açısından da şanslıydım. Bizim evde kitaplar ortalıkta dolaşırdı. Babam ileriki yıllarda hep, güzelim kütüphanemi siz yok ettiniz, diye sitem etti biz çocuklarına. Kişisel kütüphanesinin yanı sıra, Refahiye’de açtığı kitap kırtasiye dükkânıyla da kitaplarla bağımın güçlenmesine katkıda bulundu. Çocukluğumun geçtiği 1970’lerin Refahiye’sinde kitap, elden ele geçen çok kıymetli bir varlıktı. İnsanlar bahçelerde hazırlanan çay sofralarının başında saz eşliğinde türkü söyler, şiir okurdu. Çocukluk uzamımda bir yazar, bir şair dünyanın en önemli kişisiydi. Bütün bunlar elbette teşvik edici bir zemin anlamına geliyor. Beri taraftan kitap, gözünü uzak dünyalara dikmiş bir kız çocuğu için kendini geliştirip yol alma konusunda en sağlam, güvenilir kaynaktı. Kuşkusuz bu sadece sezgiyle kavranan bir durumdu o yaşlarda. Ama şu bir gerçek ki kasabada yaşamak istemiyordum, kasabamızın kız çocuklarından beklediği bir hayat için hem güçsüzdüm hem de isteksiz. Çelimsiz ve hayalperesttim. İçine kapanık bir yönüm vardı ama aynı zamanda mahalledeki çocukları da dernek veya grup kurma konusunda yönlendirirdim. İlkokul ikinci sınıfta Ahmet Haşim’in bir şiirine öykünerek yazdığım iki kıtalık şiir, aile çevresi ve komşular tarafından çok beğenilmişti. Ressam veya avukat olmayı hayal ediyordum.

İlkokuldan sonra gittiğim yatılı okulun çok zengin bir kütüphanesi vardı, o kütüphanede klasiklerin birçoğunu okuma şansım oldu. Şiir yarışmalarında ödüller aldım altı yıl boyunca. Ailem İstanbul’a taşınmıştı. Ağabeyim Ümit Aktaş’ın üniversite öğrencisi kredisinden artırarak oluşturduğu kütüphanesinde Sezai Karakoç’tan Mustafa Kutlu’ya, Baudelaire’den Garaudy’ye birçok yazar ve şairle tanıştım. Yeni Devir okuyordum üniversiteye gidip gelirken. Sonra bu severek okuduğum gazetede kadın sayfası hazırladım, köşe yazıları yazdım birkaç yıl boyunca.

Hep disiplinli, zamanının kıymetini bilmeye çalışan bir insan oldum. Mimarlık eğitimi, aileden gelen disiplinli yaşama alışkanlığını sistemleştirmeme yardım etti. Bulunduğum şartlarda ne yapabileceksem ona yoğunlaştım. Mesela çocuklarım küçükken daha fazla okudum ve kısa öyküler yazdım. İran’da yaşadığım yıllarda bu ülkenin sinemasının nasıl geliştiğini araştırdığım bir kitap yazdım. Başörtüsü yasaklarının geniş bir nüfusun hayatına koyduğu baskıların zulme dönüştüğü dönemde Tanzimat’tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar başlıklı iki ciltli kitabı hazırladım. Bakü’deki yıllarımda Azerbaycan ikliminde geçen öykülerden oluşan Azizenin Son Günü’nü kaleme aldım. Torunumun doğumu için önceki sene birkaç ay Seattle’da kaldım, o dönemde de Seattle Günlüğü’nü yazdım.

Hayatı ve insanları anlamaya çalışıyorum. Kötülüğü ortadan kaldırmaya dönük mücadeledeki payımız kadar insanlığımız, din ve edebiyat bana bunu öğretti. Din ve edebiyatın sağladığı umudun yılgın ve kendini yenik, çıkmazda hisseden insanlara nasıl ulaştırılabileceği benim için merkezî bir endişedir.

Bir mimarsınız aynı zamanda, meslek olarak yapmasanız da mimarlığın kaleminize yansıdığını görüyoruz. Şehir Tutulması kitabınızda “muhabbet mimari”den söz ediyorsunuz. Muhabbet ve mimari arasında ne tür bir ilişki vardır?

Komşuluğu geliştirmeye açık, sokağa da hayatiyet kazandıracak bir mimarlık sözünü ettiğim. Acaba kaç komşumuzla irtibat hâlindeyiz; hani, gidip gelmeyi bir yana bırakıyorum, kaç komşumuzla selamlaşıyoruz karşılaştığımızda? Salgın için evlerimize çekildiğimizde belirgin olarak fark ettik vahim yanlışlığı. Avlularımız, bahçelerimiz yok, ortaklaşa alanlar betonlaşmış, pencerelerimiz karşı apartmandaki pencerenin üç dört metre uzağında, bölücü duvarlarımız ince, bunlarla da iyi komşuluk olmuyor. Mahremiyetinizi korurken komşuya açılırsınız, gürültü yayarak değil.

İyilik elbette sınır tanımaz ama bir de çocuklarla yaşlıların evsizliğini fark ettik evlerimize kapandığımızda. Ne oyun ne eğitim için uygun evlerimiz ne de her yaş grubunun aynı zaman diliminde yaşayabileceği şekilde planlanıyor. Denilebilir ki tarihin hiçbir döneminde bütün insanlar bu ölçüleri tamamen haiz evlerde yaşamadılar. Doğru ancak hemen herkesin ya avlusu vardı ya sofası, evde sıkılan sokağa yönelebilirdi, artık sokak da yok. Bauman’ın dediği gibi mahremiyet kamusal alanı istila etti, fethetti hatta sömürgeleştirdi. İnsanlar kamusal faaliyetlerini evlerine taşıdıklarında sıkıntılar yaşadılar çünkü evlerimiz Le Corbusier’in tasarladığı şekilde birer konut makinesi ürünü.

Bugünlerde çalıştığım bir yazı için konuştuğum Mevhibe Kor, merhum Mehmet Zahid Kotku’nun kırk yıl kadar önce kendisine komşuluk üzerine söylediklerini şöyle aktardı: “Evin önü, arkası, sağı, solundan toplamda kırk komşuyla iyi tanışıp yardımlaşmak lazımdır. Bu sadece ev için de geçerli değildir; mahalleler, şehirler hatta devletler arası komşuluk vardır. Hepsiyle iyi münasebetlerde bulunmak gerekir. Sınıf arkadaşlığı da bir komşuluk demektir.”

“Sinema, edebiyatçıyı besleyen bereketli bir zemin.” diyorsunuz bir kitabınızda. Sinema tutkunuzdan, size ve edebiyatınıza katkılarından bahseder misiniz?

Kitap okumaya başlamadan önce sinema izleyicisiydim. Refahiye’nin ilk sinema salonu, annemin akrabası Piltan Koçyiğit Teyze’ye aitti, Hatırladığım Filmler kitabında anlattım. Koçyiğitler evlerinden bozarak açmışlardı o sinema salonunu. Akraba olduğumuz için kardeşlerimle birlikte istediğimiz filmi izleyebiliyorduk. Bazen de gece ailece giderdik. Kasabanın ilk kitap kırtasiye dükkânını da babam, kendisi memur olduğu için annemin adıyla açmıştı. O dükkânda çalışır ve kitap okurduk kardeşlerimle. Sinemanın temaları ile edebiyatınkiler farklı değil. Sinema çok sesli donanımıyla yazara, metnin kaldıramayacağını düşündüğü için kendine sakladığı dolayısıyla yazarlığı açısından bir engele dönüşen şeyleri açıyor. Seyirci faktörünü göz ardı edemeyen sinema, döneminin ulaşamadığı katmanlarını fark etmesi yönünde ışık tutuyor izleyiciye. Bütün bunları sağlarken de tıkanma ve kriz noktalarında edebiyatın derin ve geniş birikimine başvurmadan edemiyor. Sinema ve edebiyat arasında her zaman böyle bir etkileşim var. Birçok iyi yönetmen ya bizzat yazardır ya da iyi bir edebiyat okurudur. Edebiyatçıların büyük kısmı için de sinema temalarında yol alırken esinlendikleri güçlü kaynaklardan biri oldu.

Birçok kitabı olan, üretken yazarsınız ve elbette her kitabınızın kendine mahsus bir hikâyesi vardır. Size göre en etkileyici hikâyesi olan kitabınız hangisidir?

Açıkçası hiçbiri arasında fark gözetmiyorum. Bana Uzun Mektuplar Yaz’ın yazılış süreci üç ülkeye dağıldı, bu geliyor aklıma, bu romanı üç şehirde yazdım: İstanbul, Bakü, Tahran. Şirin’in Düğünü’nün de arka plan hikâyesi ilginçtir. Tahran’da gittiğim bir sergide Behzad’a ait Ferhat ile Şirin minyatüründen etkilenerek “Dağ Yolcuları” ve “Ağırlığı Kaldırmak” başlıklarını taşıyan iki öykü yazmıştım. Arkadaşlarım ve kimi yayıncılar özellikle “Dağ Yolcuları”nın iyi bir romana dönüşebileceğini söylüyorlardı hep. Şirin’in Düğünü bir efsane temelinde böyle gelişti zihnimde. Aslında her metin kendine has belli bir sebeple zihnimize düşüyor. Kızım Olsan Bilirdin öyküleri uzun bir süreçte yazıldı. Rahmetli annem Alzheimer hastasıydı. Bu öykülerin bir kısmı onun hastalığının ilk evrelerinin esinleriyle yazıldı, bir kısmı da vefatından yıllar sonra. Alzheimer üzerine pek az fikrim vardı; annem yakalandıktan sonra sürekli okudum bu hastalık konusunda, filmler izledim. Kızım Olsan Bilirdin’de büsbütün annemi anlatmadım elbette ama yine de bana onun bu hastalık sırasında geçirdiği hızlı çöküntüyü, çektiği acıları hatırlatıyor. Aile dayanışmasına büyük ihtiyaç duyuyor Alzheimer hastasının yakınları, hatta aile de yetersiz kalıyor sıklıkla, evler eski evler değil çünkü.

Yıllardır yazarlık mesleğini evden yürüten biri olarak evde zaman yönetimini nasıl sağlıyorsunuz? Hanelerimizi bereketlendirecek tavsiyeleriniz var mıdır?

Aslında evde çalışmak ilk gençlik yıllarında aklıma bile gelmezdi, kamusal ideallere dönük yetiştirildim ailemde, öyle de bir eğitim aldım. Evlilik, başörtüsü yasağının beni kamusal tasarılarımı gözden geçirmeye mecbur etmesi, anne olmak ve eşimin işine bağlı olarak ülke değiştirmem beni ev merkezli çalışmaya sürükledi. Kolay olmadı uyum sağlamam, bu süreç ilk öykü kitaplarıma da yansımıştır. Bulunduğu şartları değerlendirmeyi önemseyen bir insanım. Zaten üniversite öğrencisiyken köşe yazarlığı yapmaya başlamıştım. Çocuklarımı büyütürken genellikle açık mutfaklı evlerde mutfakta kaynayan tencereyi görebileceğim bir masada çalıştım. Yine de yemek yakmak vakayı adiyeydi gündelik hayatımda. Yıllar akıp giderken ev dışında sorumluluklar aldım; üniversitede, çeşitli kurslarda dersler verdim. Ancak yazılarımı hemen her zaman evde yazdım. Evde çalışmak, büyük şehir trafiğinde harcanacak zamandan kurtardı beni, çocuklarıma da zaman ayırabildim böylelikle.

Hanelerimizi bereketlendirecek en önemli husus çiftlerin birbirinin gelişme çabasına gösterdiği saygı ve destektir kanımca. Hegel “Her bilinç, ötekinin ölümünün peşinden gider.” der, oysa bunun tersi bir çabada oluşur bereket. Eşimizin dostumuzun zayıflığında iktidar kurma çabasıyla da ne yazık ki kendi paryamızı oluştururken mutsuzluğumuzu hazırlarız.

Bütün yazı hayatınızı gözünüzün önüne getirince şu soruya nasıl cevap verirsiniz: Kimi savundunuz, neye ya da kime karşı?

İnsanları iyiliğe açık bilmişimdir hep, kötülük iş birliğiyle düzeltilmesi gereken bir sapmadır. İslam’ı içinde bulunduğum şartlarda bildiklerimin ötesinde yeniden bu nedenle kavrama ihtiyacı duydum ilk gençlik yıllarımdan itibaren. Beni öldürmeye gelen bende dirilmiyorsa yanlış anladığım ve eylediğim bir şeyler olmalı. Körleşmemek istedim, heva ve heveslerime kapılmamayı, gözümü açmayı görmem gerekenlere... Dışlanan, mazlum ve acı çeken insanlar konusunda oldum olası şöyle düşünmüşümdür: “Ben onun yerinde olabilirdim o da benim yerimde.” Sanat ve edebiyat da böyle bir duyarlığa sahip olduğumuz ölçüde ruhumuzu arınmaya açıyor. Kendini çıkmazda hisseden insana bir umut duyuracak şekilde ne yazarım, nasıl yazarım... Kardeşliğe inandım, yazarken de başka zamanlarda da kardeşlerimi aradım, kardeşlik sürekli aranması gereken bir bağ. Kardeşliğim istenmiyorsa da kardeşlikte direnmeliydim çünkü bu kendi hayat görüşümle alakalı bir tutumum, tavrım olurdu.