Makale

ROMAN OKUMAK AHLAKI BOZAR MI?

ROMAN OKUMAK AHLAKI BOZAR MI?

Emin GÜRDAMUR

Hikâyeyi baştan alalım. Osmanlı Devleti, XIX. yüzyılın ilk yarısında genç kuşakları eğitim için Avrupa ülkelerine göndererek oradaki bilimsel inkişafı kopyalamaya girişmiş, ikinci yarısında ise bunun sonuçlarıyla yüzleşmişti. Askerî ve sivil okullardan Batı’ya gönderilen öğrenciler, bilim ve teknolojiden çok özenti ve endişe getirmişti. Sadece öğrenciler değil, yurt dışı görevlerine gönderilen bürokratlar da aynı düşünsel kriz içine girmişti.
Modern Türk edebiyatı, işbu Batılılaşma sancılarının arasında gözlerini hayata açtı. Kültürel etkinin hat safhaya çıktığı Tanzimat döneminden itibaren Batılı felsefi ve edebî metinler birbiri ardına Türk matbuatına taşındı. Bu süreçte Osmanlı aydınının çiçeği burnunda bir derdi daha olacak, bu dert Babıali’den taşıp romanlara, hikâyelere kadar uzanacaktı. Derdin özeti şuydu: Avrupa romanları bizim ahlakımızı bozar mı? Ama bu soru nedense daha çok kadınları kastedecek şekilde sorulacak, genç kızların tercüme romanlar okuyup okumamaları hususunda sayısız görüş serdedilecekti.
Osmanlıda modern ve gelenek çekişmesinin kadın figürü üzerinde yoğunlaştığını görürüz. Batı’dan gelmesi muhtemel çürütücü rüzgârların evvela kadına zarar vermesinden ve onun ahlakını bozmasından duyulan endişe, daha sonra Cumhuriyet dönemine miras kalacak, modernleşme tartışmaları daima kadının giyim kuşamı, sosyal hayattaki görünürlüğü ve toplumsal rolü üzerinden tartışılacaktır. Tanzimat, Servet-i Fünun ve Cumhuriyet dönemi romanlarının kesişim kümesi, okuduğu romanlar yüzünden Batılılaşan kadın kahramanlardır.
Elveda Türk sakinliği
Batılılaşmanın roman okumakla ne ilgisi olabilir? Bu sorunun en çarpıcı cevabına Fransız romancı Gustave Flaubert’in gezi notlarında rastlarız. 1850 yılında İstanbul’u ziyaret eden yazar, Sultan Abdülmecid’in bir cuma selamlığını seyretmeye gelen kadınlara bakarak edindiği izlenimi şu ifadelerle satırlara döker: “Avrupalı kadın örneği bulaşıcıdır. Şu günlerden birinde Doğulu kadınlar da başlayacaklardır roman okumaya. Haydi artık elveda Türk sakinliği ve huzuru.” (M. Fatih Andı, Roman ve Hayat, İstanbul: Hat Yay., 2013, s. 39.) Flaubert’in tespiti aslında bir kehanet değildi. Çünkü XIX. yüzyılda yazılan ve tercüme edilen ilk roman örneklerinde Türk okuru, “pek bilmediği, görmediği, duymadığı cinayetler, flörtler, intiharlar, yeni yeni modalar, gayrimeşru aşk ilişkileri, romantik duygular, entrikalar ve daha nice yabancı hâller, yakıcı ve yıkıcı fikirler, çeşit çeşit suç ve günahlarla” karşılaşacaktı. (Selçuk Çıkla, Edebiyat ve Hastalık, İstanbul: Kapı, 2016, s. 108.) Bu karşılaşmadan duyulan endişeden olsa gerek, babası Halit Ziya’nın elindeki romanları yakacak, Fatma Aliye Hanım’a bir dönem kocası, Halide Nusret Zorlutuna’ya annesi roman okumayı yasaklayacaktı. Neyse ki bu üç isim de yasaklara riayet etmeyerek gizlice okumaya devam etmiş, Türk edebiyatının öncü eserlerine imza atmışlardır.
Flaubert’in dünyaca ünlü eseri Madam Bovary’de kahraman, okuduğu romanların tesirinde kalarak ahlaki savruluş yaşamış ve kendi trajik sonunu hazırlamıştı. Öyle ki sonraki yüzyılda gerçekleri göz ardı ederek hayallere kapılmanın adı artık Bovarizm olmuştur. Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt romanındaki Dilber de tıpkı Madam Bovary’nin Emma’sı gibi Paul ve Virginie romanını okur, maruz kaldığı romantik etki sebebiyle felaketlere gark olur. İlginç bir şekilde Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası’nda da aynı roman, yani Paul ve Virginie bu kez Bihruz’un elindedir. Hüseyin Rahmi’nin Şıpsevdi’sinde de görülmeden edemez. Onu okuyanların akıbeti ekseri felakettir. Karakterlerin bir romana konu olabilmeleri için kendi sükûnetlerinin dışına çıkmaları, bunun için de başlangıç sebebine ihtiyaç duymaları doğaldır. Anlaşılan o ki Osmanlı yazarları entrikanın muharrik gücü olarak romanları işaretler. Bir bakıma da itham eder. Nabizade Nazım’ın Zehra romanında ise kahraman, kocasından intikam almak için Alexander Dumas’ın Monte Kristo’sunu üç defa okur ve entrikalar için yol yordam öğrenmeye çalışır. Ömer Seyfettin’in Bahar ve Kelebekler adlı öyküsünde ihtiyar nine, Fransızca roman okuyan torununa çıkışarak, “Siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kabarıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahlûk oluyorsunuz.” der. Batılılaşma yahut yozlaşmanın roman okuyan tipler üzerinden resmedilmesi, Nurdan Gürbilek’e göre erkek yazarların “kendi etkilenmişliği, kendi kapılmışlığı yüzünden duyduğu endişeyi kadın okur üzerinden gidermeyi” denemesinden ibarettir. (Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark, İstanbul: Metis, 2016, s. 33, 42.)
Romanperver cephe ne diyor?
Tanzimat devrinin velut yazarlarından Ahmet Mithat Efendi romanperver cephenin öncülerindendir. Müşâhedat romanında, “Ahvâl-i beşeriyyenin iyisini de fenasını da romanlar şerh ederler. Romanları okuyanlar pek çok felaketler işitmiş, her birinden bir ibret almış olurlar.” (Ahmet Mithat Efendi, Müşâhedât, Ankara: TDK, 2000, s. 250.) diyerek bu yeni edebî türün toplumda kabul görmesi için geleneksel dünyanın da aşina olduğu bir kelimeyi kullanır: İbret. Çünkü toplum henüz geleneksel reflekslere sahiptir, korumacıdır. Faydası kenarına iliştirilmeyen iş ve uğraşlara kapalıdır. O yüzden yazar bir yandan ön almaya, bir yandan da toplumu roman okuma konusunda eğitmeye çalışır. Obur adlı hikâyesinde kadınların kitap okumasının faydalı olacağını söyler. Nitekim okuduğu kitaplarda kimi şahısları beğenmek kimine buğzetmek suretiyle zihnini meşgul eden kadının kendini sair meşgalelerden menedeceğini savunur. (Ahmet Mithat Efendi, Letaif-i Rivayat, İstanbul: Çağrı, 2001, s. 283.) Ahmet Mithat Efendi’nin manevi kızı, ilk kadın romancımız Fatma Aliye Hanım’ın fikirleri ise daha sarihtir. Romanların insanlara ahlak dersi verdiğini, eğlendirirken eğittiğini düşünen Fatma Aliye için kötülükleri bizzat tecrübe etmektense okuyarak öğrenmek evladır: “Evladının aklına, zekâvetine itimadı olanlar evlatlarının fena yazılmış romanları okumalarından bile havf etmemeli, çünkü o fenalıkları kâğıt üzerinde görmeleri daha iyidir.” (Fatma Aliye Hanım, Muhâdarât, İstanbul: Enderun, 1996, s. 99, 100.)
Romanların insanlar üzerinde tesiri vakıadır. Anlaşıldığı üzere, buraya kadar zikredilen isim ve eserlerde, romanların insan psikolojisine ve davranışlarına tesiri hususunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Tartışma daha çok içerikle ilgilidir. Zaten ahlaki savruluşların ve safahatın görünür kılındığı eserler dünyanın her yerinde, her görüşteki insanlar tarafından sorun edilegelmiştir. Örneğin Batıcı, pozitivist görüşleriyle bilinen Tevfik Fikret’in bile bu konuda rezervi ebeveyn duyarlılığı formundadır. Romanların tıpkı mikroplar gibi insanı ele geçirme özelliğine sahip olduğunu söyleyen Tevfik Fikret, elde edilen fikirlerin tohum misali yaşamak ve neşvünema bulmak için müsait zemin aradıklarının altını çizer. Romanlardan ziyade onlara muhatap kesimin seciyesinin belirleyici olduğunu söyler. (Tevfik Fikret, Dil ve Edebiyat Yazıları, Ankara: TDK, 2000, s. 163, 164.)
Etkiyi dağıtmanın yolları
Yazarın niyeti her okurda unutulmaz bir etki meydana getirmektir. Bunun için elinden geleni ardına koymaz ve bu çabasından ötürü de yadırganmaz. Yazarın bu haklı niyetini bir an olsun unutmadan başlıktaki soruyu genişletmeyi deneyelim. Daha doğrusu, ahlakı bütün şubeleriyle hatırlayalım. Bir roman, okurun sadece mahremiyetle ilişkisini değil, fikirlerini, görgüsünü, duyarlılıklarını, iş alışkanlıklarını, empatisini, dostluklarını kısaca bütün bir dünya görüşünü etkileyebildiğine göre özne bu tazyik karşısında özgünlüğünü yahut hürriyetini nasıl koruyacaktır? Unutmamak gerekir ki kitaplar, herhangi bir görsel sanatın yapacağı etkiyi aşarak daha derine inebilir. Modern psikoloji bunu, kitaptaki kişilerinin ve sahnelerin oluşumunda okurun da pay sahibi olmasıyla açıklar. Okur, kendi muhayyilesini kullanır. Fikir yazara, dekor okura aittir. İşte bu aidiyet romana veya herhangi bir kurgusal metne, diğer sanatlardan daha tehlikeli bir güç kazandırır. Etki, çoğu zaman yazarın niyetini bile aşabilir. Örneğin tezli bir tarihî roman, okurun zihninde yazarın aklının ucundan bile geçmeyen bambaşka bir kompozisyonun parçasına dönüşebilir.
XX. yüzyıl edebiyatında şiirleriyle olduğu kadar eleştirileriyle de derin iz bırakan T. S. Eliot, bir eseri sırf keyif almak için bile okuduğumuzda etkinin keyifle sınırlı kalmayacağını açıklamak için yemek örneğini verir. Yemek yerken lezzet alırız ama yemek, lezzetten ibaret değildir; sindirim sistemimizi de ilgilendiren daha pek çok etki ve dönüşümün sebebidir. Eliot, özellikle gençlerin ve kişiliği gelişmemiş yetişkinlerin kitaplar karşısında açık hedef olduğunu vurgular. Edebî eserler hakkında hüküm verirken iki sorunun okura rehberlik edebileceğini söyleyen Eliot bunları, “Neden hoşlanıyorum?” ve “Neden hoşlanmalıyım?” diye açıklar. Yazara göre soruların ilki hislerimizi, ikincisi kusurlarımızı tanımaya götürür bizi. (T. S. Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1983, s. 111, 114.)
Kendimizden ve çevremizden biliriz ki insan ne kadar az okursa o kadar çok etkilenir. Bu etkiyi dağıtmanın ya da daha isabetli bir ifadeyle kontrol etmenin yolu, daha çok okumaktan, sayfalar arasında daha çok yol yürümekten geçer. Yazarın istilacı metnine karşı itiraz etmeye, başkaldırmaya veya en azından bir uzlaşı teklif etmeye başladığımızda yoğun okumalar da işe yaramaya başlamış demektir. Böylece eserin bizde bırakmak istediği unutulmaz izin yerini, boyutunu yazar değil biz belirlemiş oluruz. Yoksa iyi bir okur zaten etkileneceği kitapların peşinden koşar. Herkesin duymak istedikleriyle yetinmez. Kaldı ki iyi ve ufuk açıcı eserler, Kafka’nın ifadesiyle donmuş denize inen balta gibidir. Onları okuduktan sonra okumamış gibi yapmak, kendi yolumuza gitmek mümkün değildir. Ama iyi bir okur aynı zamanda kolay etkilenemeyen, ucuz numaralarla şaşırtılamayan, basit mahremiyet teşhirleriyle köleleştirilemeyen okurdur. Bu okur, bilincini, duygularını ve davranışlarını tümüyle başkasının hizmetine hiçbir zaman sunmaz. Özellikle çeviri ve telif eserlerin tarihî bir artış gösterdiği, nitelik kriterinin kapitalist hesaplara ve politik angajmanlara kurban edildiği, piyasalaşmanın matbuatı da dejenere etmeye başladığı günümüzde okurun kumanda odasını bir an olsun terk etmemesi gerekmektedir. Evet, kitap güneştir. Fakat iyi okur, odasındaki eşyaların güneşin keskin ışıkları altında solmasına izin vermez. Pencereden giren ışığın odadaki hangi köşeyi aydınlatacağını, hangi saksıyı ısıtacağını ve hangi saatlerde tülün ardına itileceğini iyi bilir.