Makale

NEDEN SANAT YAPIYORUZ?

NEDEN
SANAT YAPIYORUZ?

Mehmet Kahraman

İnsanın sanata olan ilgisinin kaynağı nedir? Hangi ihtiyacımızı karşılıyor ki sanat dallarına yöneliyoruz?

“İnsanda sanat yapma gereksinimi” üzerine düşünen ilk kişi Aristo. Yani bu soru çok eskiye dayanıyor; milattan önce dördüncü yüzyıl. Aristo, şiir sanatı üzerinden yanıtlar bu soruyu. “Şiir sanatı,” der “genel olarak varlığını, insan doğasında temellenen iki temel nedene borçlu gibi görünüyor. Bunlardan birisi taklit arzusu olup, insanlarda doğuştan vardır; ikincisi, bütün taklit ürünleri karşısında duyulan hoşlanmadır.” (Aristo Poetika, s.9, İş Bankası Yayınları) İnsanın ilk öğrenme metodu taklittir. Hayatı taklit ederek öğreniriz. Ayrıca taklit etmekten de hoşlanırız çünkü taklit ederek yaptığımız şey zihnimizde aynı karşılığı bulur ve biz o kişi olarak kendimizi deneyimleriz. Tiyatro, sinema, edebiyat bunun için birebirdir. Kişinin seyrettiği bir film dolayısıyla ağlaması veya heyecan duyması onunla özdeşlik kurmasındandır. Gördüğü şey onun hayal dünyasında kendi yapıyormuş gibi canlanır. Sonuç olarak ağlasa bile bundan haz duyar.

Haz, insanda arınma, yücelme, rahatlama duyguları yaratır. Kişi bir süreliğine de olsa kendinden uzaklaşır ve rahatlar. Gündelik hayatın baskısı, yaşam koşulları bireyi gerer ve ruhen onu çökertir. O an için konumunu değiştirmek, bakışını çevirmek, yüreğini genişletmek; kısacası deşarj olmak ister. Doğaya çıkmak, ferahlatıcı etkinlikler yapmak ve sanatla ilgilenmek gönlün ihtiyaç duyduğu duyguyu vermek için birebirdir. Ayrıca hoşlanma ve haz duygusu kişiyi ruhen arındırırken hissettiği duygular sayesinde belki de hiç yaşayamayacağı deneyimleri sunar.

Sanat genel olarak bir duygu aktarımıdır. Yazar duyguyu karşısındakine geçirerek onda etki uyandırırsa ancak başarılı olur. Yoksa yazdıkları, yaptıkları çöp demektir. Onu etkileyebilmesi de yapıtını oluştururken hissettiği şeyle alakalıdır. Kendisi o duyguyu ne kadar derinden yaşıyorsa okura da öylece geçer. Bu sayede okur sayfalarda gördüğünü zihninde canlandırarak deneyimler. “Sanat, bir başkasının yansıttığı duyguları görerek ya da duyarak algılayan birinin, bu duyguların aynısını yaşaması temeline dayanan bir etkinliktir.” der Tolstoy (Sanat Nedir, 49). Okuduğu veya seyrettiği şey aslında kişinin kendisidir; sanatçı aradan çekilir ve kendisiyle baş başa kalır.

Güzel yapmak, güzeli aramak insanın fıtri bir ihtiyacıdır. İnsan güzelden etkilenir, çirkinden uzaklaşır. Güzellik yaklaştıran, çirkinlik ise uzaklaştırandır. Güzel söz, güzel davranış, güzel bakış; hepsi insanı oluşa hazırlar. Doğanın güzelliği kişiye yücelik duygusu verirken insan elinden çıkan estetik ise hoşlanma ve arınma duygusu yaratır. Bu nedenle insan evini, üstünü başını güzelleştirmek ister. Başkasının beğenisinden ziyade kendi beğenisi varlığına katkı yapar. Kendi varlığıyla anlamlı bir bağ kurmak için estetik beğeni kaçınılmaz bir gerçektir. Hayatına anlam katmak, onu zenginleştirmek ve kendisiyle hayatı arasında anlam bağı kurmak ister. Bağ kurma isteği ise bizi, Mesnevi’nin ilk beyitlerindeki ifadeye götürür:

Asılı kaybetmişse bir insan arar,

Asıla dönmek için hep uygun an arar.”

Mevlana kamış eğretilemesi ile insanın dünya serüvenini özetler âdeta. Asıl vatanı olan sazlıktan koparılmış kamış ayrılık acısıyla inler durur. Bu kopuşla yüreği parçalanmış, hasreti alevlenmiştir. Alevi dindirmek için de arayış içindedir. Çünkü “Asılı kaybetmişse bir insan arar.” Varlığının yegâne sahibi olan yaratıcıdan ayrı düşmek hasreti körükler. Kişi asıl olana, yüce olana, yaratıcıya dönmek ister ve bunun için de uygun anı arar. İnsanın bütün arayışları onu bulmak, onunla bütünleşmek ve tam olmak içindir. Yokluk yaralayıcıdır, dayanılmazdır. Hiç yoktan iyidir derken dahi, hiç olmak bir mertebedir sonuçta. Bu yüzden hiç yoktan iyidir. “Niçin şiir okuruz?” diye sorar İsmet Özel ve sonra şöyle der: “Herhalde yokluğunu hissettiğimiz bir şeyleri tamamlamak, bir zorluğu gidermek ve bir nihayeti sağlamak için.” (Şiir Okuma Kılavuzu, s.24)

İşte bu karşılaşmayı bize sanat verir. Bu sayede duygularımızın farkına varır ve onlarla yüzleşiriz. Hayatla kurduğumuz ilişki daha sahih bir nitelik kazanır ve anlamlı bağ kurabiliriz. Sanat bize kendimize dair kimsenin veremeyeceği bilgileri verir. Bunu gözümüzün içine sokarak yapmaz. Yalnızca fark etmediğimiz duyguların açığa çıkmasını sağlar. Bu açığa çıkış sayesinde kendimizi tanırız. Sanat, içimizdeki boşluğu doldurmak için kullandığımız diğer araçlardan bu yönüyle farklıdır. Öteki araçlar kişiye dönüşüm imkânı vermez, yalnızca oyalayıcı ve uyuşturucu etki yapar. Oysa insanın var oluş amacı oyalanmak değil, hayatına anlam katarak oluşa şahit olmaktır.

Aslında hayatı anlamlandırma çabası bir bakıma hakikate ulaşma isteğidir. Bu yüzden olsa gerek, “Hikâye anlatmak hakikati anlatmaktır.” der Ursula L. Guin. En basit meselesini bile başkasına anlatmak isteyen insan hikâye ile hakikat arasında bağ kurmaya çalışır. Rastgele anlatılmış bir hikâye yoktur. Bütün anlatılar bizi kendimiz olmaya zorlar. Bu zorlama mecburi değil gönüllüdür. İçimizdeki doğal hüzün bizi anlatmaya zorlar. Ancak söyleyince bizden çıkar. Büyük bir iştahla aldıklarımızı anlatmamız bile insanın anlatmaya olan meylini gösterir. Hikâyeler ise daha büyük bir parçanın unsurudur. Peter Bichsel’in deyişiyle: “İnsanlardaki doğal hüzün onları hikâye anlatıcısı yapmaktadır.” Anlatırken de dinlerken de farklı biri olur, bir süreliğine kendimizden sıyrılırız.

Sanat özündeki büyü ile içimizin tellerine dokunur. İnsan olarak kalmanın, var oluşa şahit olanın sınırlarını zorlar. Gerçek olan veya verilmiş olan yetmez ona. Gerekirse verilmiş olanı ters yüz eder ama razı olmaz. İmgelerle, soyutlamalarla kendine yeni gerçeklikler kurar. Yanılsamalar dünyasının farklı yüzlerini gösterir. Soyutlama ile gerçeğin direncini kırmak için vardır sanatçı. Bu direnç kırılmadığı sürece sanatçı hakikati yakalayamaz. Soyutlama ise Sezai Karakoç’un deyişiyle: “Modelin direnişini kırmadır.” Gerçeği teslim almak istiyorsa bu direnişi kırmak zorundadır. Sanatçı burada ne Tanrı rolüne soyunur ne de rol çalar. O yalnızca Tanrı’nın verdiği potansiyeli sonuna kadar kullanır. Yaptıklarıyla haddi aşsa bile yaratılışın dışına çıkmaz.

Sanat, hayatımızın bir parçası ve tamamlayıcısıdır. Onsuz olmaz mı? Elbette olur, o kadar olur. İnsan elinden çıkan hiçbir şeyi yüceltemeyiz ama şu bir gerçek ki insanın içinde nice potansiyeller vardır. Kimi onunla tatmin olur kim ötekiyle. Önemli olan kendimizin farkında olmamızdır. Çoğu zaman da farkına varmadan bu dünyadan göçüp gideriz. Bazen gündelik yaşam koşulları öylesine baskı yapar ki üzerimizde, onun dışına çıkmak aklımıza dahi gelmez. Bunun hayatın doğal akışı olduğunu zannederiz. İçimizde bir boşluk hissettiğimizi dillendirsek bile üstüne düşemeyiz. O boşluk hissini dolduracak başka şeyler bulmaya çalışırız. Hayatımızın sağlıklı yürümesi için dolgu malzemelerine ihtiyaç vardır. Gücümüz, bilgimiz neye yeterse onunla ilgileniriz. C.W. Mills’in dedi gibi: “Sıradan insanlar, yaşadıkları gündelik hayatın dünyasını aşacak güçte değildirler.” Bu cümleden de anlaşılacağı üzere gündelik hayatın dışına çıkmaya karar verenler bunu ancak sanatla başarabilir.

Sanat elindeki imkânlarla kişiyi kendi içine yöneltir. İnsana zorbalık haricinde dıştan hiçbir şey etki etmez. Gerçekte zorbalık bile işe yaramaz, çünkü insan daha çok içe kapanır. Oysa sanat yumuşak bir güçtür, hiç fark ettirmeksizin yapar yapacağını. İster ilahi mesaj olsun, ister ideolojik sanat olsun; sanatçı kendi imkânlarıyla yaptığında, okur onu kendi düşünceleri gibi sarar. Normal şartlarda yaşayabileceği tek hayat deneyimi varken sanat sayesinde her şeyi deneyimleme imkânı bulur. Tarkovski’nin söylemiyle: “iç dünyamızın en gizli köşelerinden vurarak,” duygularımızı açığa çıkarır. Açığa çıkan duygu insan olduğumuzun, yaralı oluşumuzun, asıldan uzak oluşumuzun çığlığını yansıtır. Bu da bizi sanat yapmaya sevk eder. Gerek varlığın ağırlıklarından kurtulmak, gerekse yüce olana ulaşmak için sanat yapar; insan olabilmek için sanata ihtiyaç duyarız.