Makale

Kiraz Ağacı

Kiraz Ağacı

Nagihan Aydın

Bugün toprakta ilk günüm. Cılız köklerim, ürkek hareketlerle toprağı kucaklamaya hazırlanıyor. Beni kabullenmesi uzun sürebilir ya da kısa sürede toprağa ait olmayı başarıp onunla özdeşleşerek varlığımı sürdürebilirim. Önceden böyle telaşlarım olmazdı. Annemin kollarında güven içinde mevsim çalımlarına aldırmadan yaşardım. Sonsuza kadar da öyle kalacağımı düşündüğüm bir anda acımasız bir çift el tarafından koparılıp kanayan gövdemle toprağa verildim. Kayboluşa çıktığım yolculuğun ilk adımında ümitle şöyle dedim: “Bir gün ben de küçük pürçeklerin sarmaladığı, çiçekleri hayata tutunan ve meyveleri mutluluk dağıtan müşfik bir ağaç olacağım.”

Yalnızlık kimileri için tercih olabilir ama benim için değildi. Güneş ışıklarının çiğ damlalarına açtığı savaşın ilk saatleriydi. Uzakta öten baykuş sesinin yerini arı ve çekirge sesleri almaya başlamıştı. Çiçeklerin ışığa gözlerini ovuşturarak baktığı sırada göz göze geldik iğde ağacıyla. Kokusu, yerlere kadar uzanan saçları ve başına taktığı eşsiz çiçeklerle civarın bütün güzelliğini üzerinde toplamıştı. Hayranlığımın bireysel olduğunu düşünmüyorum çünkü tam çaprazında duran ceviz ağacı hayli imrenen bakışlarla kendisine bakıyordu. Gürültülü bir ağaç değildi ve etrafındaki birçok canlıya güzel kokusu ve çiçekleriyle huzur veriyordu. O bunun farkında mıydı bilmiyorum. Her baktığımda yalnızken de böyle kalabalık bir gösterişe sahip olunabileceğini anlardım.Burada küçük dağ çayırları, dikenler, bencil gölgesiyle ceviz ağacı, çaprazında iğde ve benden başka kimsecikler yoktu. Kuru ve geçimsiz otların didişip durduğu ve dikenlerin söz sahibi olduğu derin kayalıklarla dolu bir dağdı burası. Karşı dağları örten çam ormanlarının ihtişamlı bakışları, derin düzlüklere serilmiş buğday tarlaları, yalnızlığın doğru bir durak olmadığını hatırlamam için yeterliydi. Yalnızlığı ben istemedim. Hayalimde meyve ağaçlarıyla süslenmiş o bahçe belirdikçe derin bir iç çekip gövdeme yapışan salyangozun misafirliğine alışmaya çalışıyordum.

Bugün nasıl akşam oldu bilmiyorum. Köklerimi yalnızlığa bırakan eller, kaç gün sonra beni görmeye gelecek tahmin etmesi güç. Buna rağmen ay ışığı ve yıldızların hayran bırakan ışıltısı, baykuşun sesi geceyi süslüyordu. Susuz geçen ilk günüme davetkâr, uzaktan gelen ırmağın sesinden köklerim irkildikçe yerini yadırgayan tedirginliğim artıyordu. Ne zormuş meğer yerini beğenmemek. Ait olmadığını düşündüğün yerde kalmaya mecbur olmak. Sesler, görüntüler, uzak ve yakındaki bütün nesneler sanki benimle alay ediyordu. Güneşi beklemek umuda dair en masum heves olmalıydı. Hafızam dipdiri ve canlıyken her birine düşmanlığım neden? İçimdeki kıpırtıları kontrol altına alabilmek, unutmanın diğer adı mı? Hangi zaman dilimi öğretecek, törpüleri kendinde saklı varoluşun çabaya bağlı olmadığını? Kaçacak yeri olmayan kahverengi bir teslim oluşa mahkûm edilmişsem bu alışamazlık neden?

Kuvvetsiz gövdem, rüzgâr ve yağmura göz kırpıyordu. İğde ağacının çiçekleri dökülüyordu günbegün. Gururu düpedüz ortada ceviz ağacının yaprakları da sarardı. Bu hazırlık, kışın habercisi olmalı. Şüphelerle geçen koca bir yazın ardından, hâlâ köklerime hücum edememiş toprağın ilgisizliği bu kış tek başına kalmışlığımın adıydı. Ne anne sevgisi ne de kalabalığın verdiği güven merakı kalmıştı içimde. Hüznüm yoğunlaşarak korkum ve kaygımı tetikleyip ümidimi kemirmekteydi. Farklı kıyıya kulaç atan iki yüzücünün rekabetiyle yol alıyorlardı. Hızlarını kesecek kararlılık ve cesaret için çok erkendi. Tecrübesi olmayan ilk yaşanmışlıklar toyluğunda akıyordum kışa. Her günün ayrı bir güneşi varmış gibi ümit ekiyordum içime. Yine ümitle uyandığım bir sabah büyük bir eksiklik hissettim. Gözlerimi açtığımda hava karanlık, güneş çok uzaklara saklanmıştı. Yağmurun habercisi bulutlar dağların tepelerinde kümelenmiş, birbirine kutlama selamı veriyordu. Çok geçmeden şimşek ve gök gürültüsü de bu kutlamada yerini almıştı. Buğulu karanlık, sesler ve kuşların yön değiştirerek kaçışı, büyük bir fırtınanın habercisi olabilir miydi? Üstelik rüzgârın gövdemi sağa sola yatırışı heyecanımı korkunun içinde çalkalıyordu. Onlar demini alırken hükmedemediğim gözyaşlarım, yeri dövercesine düşen yağmura karışıyordu. Birden bastıran yağmurun etkisiyle iğde ağacının ne zaman boynunu büktüğünü göremedim. Yağmur şiddetini artırınca her birimiz kaderimize boyun eğip kimsesizliğimize büründük. Bir günü akşam renginde geçirince ne vakit akşam oldu anlayamadık.Yağmurun büyüleyici sesi sanki bütün sesleri bastırıyor ve sesler yere açılmış büyükçe bir çukurun içinde hapsoluyordu. Takati kalmayan canlılar, âlemdeki telaşı körükleyen suyun karanlığa koşuşunu kıskanıyordu. Bir an öyle bir sessizlik oldu ki kalan son yaprak da korkudan titreyip ısrarcı yağmur damlalarına yenik düştü. Sessizlik bütün sesleri yutmuşçasına heybetiyle misafirine kollarını açan ev sahibine benziyordu. Üstelik misafiri oldukça güçlü olmalıydı, bu ihtişamlı susuş bunu gerektirirdi. İlk korkum değildi belki ama öncekilerden oldukça farklıydı. Kalabalığa dalan kelebek gibi masum ve kendi içine koşan bir hâli vardı korkumun. Birden korkumun gitgide elem verici yalnızlığıma benzediğini hissettim. Yağmurun durmasıyla sesini kaybeden yeryüzünü sadece şimşeklerin ışıkları aydınlatıyordu. Bir müddet şaşkın hâlde durup bekledik. Hiç birimiz bir diğerinin yüzüne bakacak cesareti bulamıyorduk. Sanki gökyüzünde derin yarıklar açan bu ışıklı halka, kendisine ilk bakanı gelip aramızdan alacak gibiydi. Nihayet gücünü artıran şimşekle birlikte uykusundan uyandırılmış bir canavar edasıyla gök gürültüsü de duyulmaya başladı. Şimdi derin sessizliğe bir balyozla vuran gök gürültüsü, kalp atışlarını beyninde hisseden bir devin başını duvara vurması gibi içindekileri kusmaya çalışıyordu. Yere düşen birkaç soğuk, sert damlanın ardından gökyüzü buna eşlik etmemizi istercesine gövdemize saldırıyordu. Bu güçlü ve kararlı saldırı karşısında artık kendimi savunacak takatimin kalmadığını hissettim. Sanki yağmur, beni sahiplenemeyen topraktan söküp almaya gelmişti. İşte, yaşadığımı, ilk defa her şeyin son bulacağını o an hissettim. Teselliyi boşlukta bulup kendimi bırakıverdim.

Gözlerimi açtığımda mevsim olağan değişimine girmiş, kışın habercisi güz yağmurlarının yerini çoktan bahar yağmurları almıştı ve büyük küçük etrafımdaki bütün nebatat, yeni giysileri için hazırlık yapıyordu. Bahar geliyordu gelmesine ama benim bu yere uzanmış hâlim ve doğrulmak için yeterli gücü kendimde bulamayışım yaza kavuşamayacağıma olan inancımı perçinliyordu. Kimsesizlik artık çaresizlikle içimde anlaşmışçasına, gözlerimde beliren yalancı ümit kıpırtılarını yok etmeye devam ediyordu. Artık beklemek, bozuk musluk başlığı gibi aynı yuvarlakta anlamsız daireler çizmekti. Keyfiyetini çoktan yitirmiş bu hâlimin kimselerin şahitliğinde olmaması da sona duyulan isteğimi hızlandırıyordu. Ağzımın tadı kaçmıştı bir kere. Toprağa akıp giden heveslerimin ardından bir kuşun suya dalışı gibi toprağa dalmak ve bir daha gün yüzü görmek istemiyordum. Tükenmişliğimin pulları üzerime yapıştıkça, öç almaya çalışan kemiklerim içime batıyordu. Bu günüme eşlik eden neyim kaldıysa hâlinden hoşnutsuzdu. Beni mutluluk sarhoşu eden aziz yağmur damlalarının ısrarcı vuruşlarına kapılmıştım. Varlığa çağıran suyun yok oluşuma açılan bir kapı olacağını bilemezdim. O gün güneşin en tepede olduğu saatlerde, ceviz ağacının altında bir karartıya ilişti gözüm. Nihayet biri gelmişti ve beni buradan kurtarabilirdi. Beni fark etmesi için kımıldamak istedim ama olmadı. Kendi izlerini bile silmekten aciz bozuk bir sileceğin son gelgitleriydim. Adam birden yerinden doğruldu, yanıma geldi ve elindeki baltayı üzerime doğru kaldırdı. Üstelik diğer eliyle de toprağa uzanmış gövdemi kavramış bütün gücüyle o son vuruşa hazırlanıyordu. Bundan sonra belki kış aylarında huzurlu bir yuvayı ısıtacak, belki de ahşap bir duvarın önemsiz bir köşesinde yosun tutana kadar bekleyecektim. Taşların soğukluğuna tercih edeceklerdi beni. Tek avuntum herkes gibi sıramı beklerken yok olup gidecektim. Her bahar en güzel elbiselerimi giyip, köşemde kurulup meyveye duracağım vakti bekledim. Fakat meyvelerimin dalında kuruyup, kuşlara, börtü böceğe yem olduğu bu dördüncü yıl. Şahane görünüme sahip kirazlarımın tadına bakanlar bir daha asla yemiyor ve beni görmezden geliyorlar. Çiçeklerim üç beş adım ötemdeki erik ağacıyla yarışacak koku ve sıklıkta olmasına rağmen meyvelerim kimselerin rağbet etmediği bir kadere saplanmıştı artık. Kuşların gagasıyla itip kaktığı koca bir enkazdım. Heveslerimin gerçekle ilişkisi, su ile zeytinyağı gibiydi. Ne kadar eklersen ekle herkes kendi köşesine koşuyor birbirinden kaçıyordu. En son sürekli hayalini kurduğum kalabalıktan da yorulmuştum. Nesneler çoğaldıkça kaçacak yerim kalmadığını anladım. Ben kalabalık bir bahçenin ortasında, dalında her yıl yüzlerce tabutun asılı durduğu görkemli bir mezarlıktım. Yalnızlığıma özlemle…

Dört yıl önce yaşadığım talihsiz kışın ardından, bir türlü ait olamadığım topraktan sökülüp tadına ve görüntüsüne hiç de aşina olmadığım bir ağaca aşılandım. Yaralarımı sarıp beni kabullenmesi uzun sürmedi. Belki yerime bir kaktüsü aşılasalar onu da bağrına basardı. Bu farkındalık ilk başlarda benim için de önemsizdi. Her mevsim sabrı ve desteğiyle kışları onun gövdesinde son derece korunaklıydım. Saçlarım saçlarına karışmış, aynı gövdede çiçek açıp kokmaya başlamıştık. Meyve verdiğim gün anladım yanlış gövdede hayata tutunduğumu. Çiçekleri benzese de tadına hiç alışık olmadığım bir ağacın damarlarımdan geçerek tadımı değiştirdiğini. Ya ruhum bedenime küsüp gitmiş ya da kendini başka bir ruha teslim etmişti. Mahlep ağacı artık benim kirazlarımın o muhteşem suretinde meyveye duruyordu. İçinden yaşam geçmiş koca bir ömür gibi.