Makale

SULARI DURULMAYAN ŞEHİR: BEYRUT

SULARI DURULMAYAN ŞEHİR:
BEYRUT
F. HİLÂL FERŞATOĞLU
İstanbul Kadıköy Vaizi

Kuzeyden ve doğudan Suriye topraklarıyla kuşatılan, güneyinde İsrail ve batısında Akdeniz’in yer aldığı küçük bir ülke Lübnan. Başkenti, Doğu Akdeniz’in en önemli liman şehri Beyrut. Akdeniz’e uzanan bereketli bir yarımada üzerine kurulmuş. Şehrin sırtını dayadığı tepeler ve Lübnan dağları sedir ormanlarıyla kaplı. Tarihi milattan önce 3000 yıllarına kadar giden Beyrut’un ticaretle geçimini sağlayan sakinleri eski çağlardan beri gemi yapımı için çok elverişli olan sedir ağacını kullanmışlar ve bu ağaç Lübnan bayrağında da yerini bulan bir sembol olmuş.

Farklı din ve mezheplerin ve etnik kesimlerin yaşadığı çok kültürlü bir memleket olan Lübnan’ın halkını oluşturan başlıca unsurlar: Sünni ve Şii Müslümanlar, Katolik Mârûnîler, kendilerini İslam dairesi içinde kabul eden fakat İsmailiyye Şiası’ndan olup Fatımi halifesi Hakim bi-Emrillah’ı ilah sayan Dürziler, Ortodoks Rumlar ve Katolik Ermeniler’dir. Resmî dil Arapça olmakla birlikte halkın çoğu Fransızca ve İngilizceyi rahatlıkla konuşur. Lübnan’ın en kalabalık ve kozmopolit şehri Beyrut’un Ortadoğu’daki diğer Arap şehirlerinden farkını ve bunun nedenlerini tarihine göz atarak kavramamız mümkün.

Tarihte Beyrut

M.Ö. 1500’lerde bağımsız Fenike kolonilerinin biri olduğu bilinen Beyrut, Asur, Babil, Pers ve Makedonya gibi krallıkların hâkimiyetinde kaldıktan sonra M.Ö. 64’te Roma İmparatorluğu’nun, daha sonra da Bizans’ın liman şehri olur. Akdeniz ticaret havzasıyla, Suriye üzerinden Asya ve hatta Avrupa ticaretinin irtibatını sağlayan önemli bir kavşak noktasıdır. Romalılar şehri imar ederek donatırlar ve diğer sahil şehirleri içinde Beyrut ticaret, kültür ve yönetim merkezi olarak önem kazanır. İmparator Severus’un (193-211) kurduğu hukuk mektebi sayesinde Beyrut, Roma hukukunun öğretildiği bir eğitim merkezi olarak tanınır. Bizans döneminde açılan yeni hukuk mektepleriyle de Hristiyan dünyanın eğitim merkezi olarak nam salar.

Hz. Ömer döneminde, Bizans’la İslam ordularının karşı karşıya geldiği Yermük Savaşı (636) sonrasında bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin topraklarını kapsayan bölge İslam mülkü olur. Bu coğrafyanın fethi ile hem Hicaz’dan kuzeye giden kervan yolu hem de bölge ticaretinin dışa açılan liman şehirleri Müslümanların kontrolüne geçmiştir. Beş asır boyunca Emevi, Abbasi, Tolunoğulları, Ihşıdî ve Fatımi hanedanları hüküm sürer Beyrut’ta. Ancak Bölge Hz. İsa’nın Sur ve Sayda şehirlerinde bulunmuş olması ve havarilerden Aziz Pavlus’un Sur’da inşa ettiği kilise sebebiyle Hristiyanlar için de mühimdir ve vazgeçilebilecek bir yer değildir. Nitekim Beyrut, Haçlı seferleri ile Kudüs Krallığı’nın eline geçecek (1110) ve yaklaşık iki asır Haçlıların elinde kalacaktır. Beyrut’u Haçlılardan alarak yeniden İslam toprağı yapan Memlükler döneminde, Fatımiler zamanında bölgede yaygınlaşan Dürzilik, İsmaililik, Nusayrilik gibi mezheplerin aksine Sünni Müslüman nüfus artış gösterir.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferiyle birlikte Osmanlı hakimiyetine giren (1516) Beyrut, 400 yıl Osmanlı idaresinde kalır. Sayda ve Şam eyaletlerine bağlı bir sancak olarak payitahttan tayin edilen yerel emirler tarafından yönetilir. 1516-1842 yılları arasında yürürlükte olan “emirlik sistemi” döneminde Osmanlı, iç güvenliğin sağlanması, vergilerin toplanması ve hac kervanlarının güvenliği hususunda titiz davranmış, sair konularda emirlere muhtariyet vermiştir.

1832-1840 yılları arasında Osmanlı’nın başına dert olan Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından zaptedilir Beyrut. Bu dönemde şehirde dengeleri altüst eden -gayrimüslimler lehine eşitlik, misyonerlik faaliyetlerine izin gibi- bazı kararlar alınarak Osmanlı’ya karşı Avrupa’ya yaranma çabasına girilir. Nihayet Beyrut, asi paşanın elinden geri alınır ancak Osmanlı, İngiliz ve Avusturya müttefik donanmasının bombardımanıyla harap olur.

XIX. yüzyılın ortalarından itibaren bölge Batılı sömürgeci devletlerin nüfuz mücadeleleri ve istismarcı politikalarıyla sancılı bir sürece girer. 1843-1860 yılları arasında Lübnan, Osmanlı hâkimiyetinde güneyde Dürzilerin kuzeyde Mârûnîlerin söz sahibi olduğu “çifte kaymakamlık” usulüyle, 1861’den Cihan Harbi’ne kadar ise “müstakil mutasarrıflık”la yönetilir. Savaş sonrası İngiliz ve Fransız kuvvetlerince işgal edilerek (1918) Osmanlı’nın elinden tamamen çıkan Lübnan, 1943’te bağımsızlığını ilan edene kadar Fransız mandasında kalır.

1967’deki Arap-İsrail savaşıyla birlikte Lübnan, içinden çıkılmaz bir problemler yumağını kucağında bulur. Filistin topraklarını işgal eden İsrail, işgale karşı mücadele eden örgütlerle, mültecilerin Lübnan’a sığınması sebebiyle Lübnan’a saldırır. İsrail’in kışkırttığı Lübnanlı Falanjistler ile Filistinliler arasında başlayan çatışmalar ülkeyi iç savaşa götürür. Olaylar Suriye ordusu ve İran destekli Hizbullah’ın Filistinliler lehine kavgaya dâhil olmasıyla büyür. On beş yıl süren, Hristiyan ve Müslüman halkı birbirine kırdıran, Beyrut’u harabeye döndüren, devlet yöneticilerinin suikasta uğradığı, 200 bin insanın öldüğü iç savaşın (1970-1990) Ortadoğu’da çıkarı bulunan devletlerin tertibi olduğu ve kışkırtmayla tırmandırıldığı muhakkaktır.

90’lı yıllar boyunca ülkede yeniden barış, güven ve huzur ortamının tesisine çalışılır. Tam ülke toparlanıyor derken 2004’te Lübnan devlet başkanı Refik Hariri, Beyrut’un orta yerinde suikastle öldürülür. 2006’da İsrail hapishanelerindeki binlerce Lübnanlı esire karşılık iki askerinin kaçırılmasını bahane eden İsrail yeni bir savaş başlatır. 34 gün boyunca Hizbullah’ın etkisi altında olan Güney Lübnan’ı bombalar ve sivilleri hedef alır. 1300 kişi hayatını kaybeder. İsrail’in amacı kuzey sınırında bir tehlike olarak gördüğü Hizbullah’ı ortadan kaldırmak ve yeni Ortadoğu projesi ile bölge dengelerini değiştirmektir. Ancak Hizbullah füzelerle karşılık verir ve İsrail’in kuzeyi bir ay sığınaklarda yaşamak zorunda kalır. Sonuçta hem İsrail hem Hizbullah savaşı kendilerinin kazandığını ilan eder.

Beyrut’ta sosyal ve kültürel hayat

Eski çağlardan beri beynelmilel bir ticaret merkezi, zengin ve çok kültürlü bir liman-kent Beyrut. 18 farklı din ve cemaatin olduğu söylenen şehrin bu çeşitliliği zaman içinde çatışmalara yol açmış ama zengin bir birikime de sebep teşkil etmiş. Eğitim ve kültür faaliyetleri alanında her dönemde bölgenin önemli merkezlerinden biri olma özelliğini korumuş.

İslam ordularının fethinden sonra ribat konumunda olan şehir pek çok sahabenin yerleşmesiyle hadis öğrenmek isteyenlerin uğrak noktası, bir ilim merkezi olmuş. Hicri II. asırda tebe-i tabiundan büyük âlim İmam Evzai -türbesi Beyrut’tadır- şehirde düzenli ders halkalarını başlatmış. Zaman içinde şehrin kozmopolit yapısına uygun olarak her topluluk kendi siyasi ve dinî yapısına uygun medreseler kurmuş. Bunun sonucudur ki bugün dahi Lübnanlılar ve Filistinliler Arap dünyası içinde yüksek okuma yazma kültürüne sahip toplumlardır.

XVII. asırda Beyrut’a gelen Evliya Çelebi, 2600 hanelik şehirde, güzel camilerin yanı sıra on yedi medrese, sekiz sıbyan mektebi, dört hamam, yedi çeşme, üç yüz dükkân, kırk kahvehane ve sekiz ticaret hanı olduğundan bahseder. Manastırdan dönüştürülen Ulucami’de kırk-elli ders halkası kurulduğunu da zikreder. Bu şahitlik, işlek bir ticaret şehri olan Beyrut’ta sosyal hayatın, eğitim ve kültür hayatının da ne kadar canlı olduğunun bir göstergesi.

Mehmed Ali Paşa’nın işgali döneminde Beyrut’ta ve civar şehirlerde misyonerler tarafından Cizvit okulları, Amerikan Protestan kolejleri açılır, sözde sanat edebiyat ve siyaset cemiyetleri kurulur. Bu teşkilatlanma sayesinde düvel-i muazzama sömürgeci ve yayılmacı politikalarına bir yol bulmuş, Osmanlı aleyhine faaliyetlerde bulunarak Arap milliyetçiliği fikrini körüklemiştir. Bu okullarda eğitim dilinin Fransızca ve İngilizce olmasıyla, Doğu’nun çocuklarının dimağlarına Batılı zihniyetin kodları yerleştirilir. Bugün hâlâ hizmet veren, Ortadoğu’nun en önemli üniversiteleri arasında olan Beyrut Amerikan Üniversitesi, Amerikalı Protestan misyonerler tarafından (1866); Saint Joseph Üniversitesi ise Fransız Cizvitler tarafından kurulmuştur (1875). Beyrut’ta Müslümanların kurduğu modern eğitim kurumları arasında ise Medresetü’l-İslamiyye (1897) ve el-Mecmau’l-İlmiyyü’ş-Şarki Lübnan (1882) sayılabilir.

Beyrut’ta ilk matbaa Mârûnîlerce XVII. yüzyıl başlarında kurulur, dinî metinlerin yayımlanmasında kullanılır. Arap dünyasındaki ilk gazeteler Hadikatü’l-Ahbâr (1858) ve Lisanü’l-Hâl (1878) Beyrut’ta neşredilir. XX. yüzyılın başlarında şehre gelen Babanzâde İsmail Hakkı, Beyrut’ta yirmi küsur günlük ve haftalık gazete ile derginin çıktığını zikreder hatıralarında. Beyrut savaş zamanlarında dahi Arap dünyasının önemli basım-yayım merkezlerinden olma özelliğini kaybetmemiştir.

Son yüzyılda Beyrut’a giden Müslüman seyyahlar, modern mektepler sayesinde halkın tahsil ve genel kültür seviyesinin oldukça yüksek, edebiyat zevkinin gelişmiş olduğunu, çocukların bile şiirden hoşlandığını, şairliğe heveslendiğini ifade ederler. Yine Beyrutluların dikkat çekici bir çalışkanlığa sahip ve ticaretin her çeşidinde çok mahir olduklarını dile getirirler.

Beyrut’ta Osmanlı’dan kalan binaların başlıcaları, bugün hükümet binası olarak kullanılan Osmanlı Askerî Hastanesi (1860), Necm Meydanı’nda bir abide gibi yükselen Saat Kulesi (1897) ve Mecidiye Camii (1773)’dir. Şehrin İslam mabetleri arasında Memlükler zamanında kiliseden çevrilen Ömer Camii ve Refik Hariri’nin yaptırdığı mavi kubbeli Muhammedül Emin Camii (2008) zikredilmeye değer.

Bağımsızlığını kazandıktan sonra, XX. yüzyılın üçüncü çeyreğinde, gelişerek dönüşür ve modern bir havaya bürünür Beyrut. Geniş kapasiteli limanı, uluslararası havaalanı sayesinde artan ticaret ve turizm gelirleri, finans sektörüyle büyüyen ekonomisi, üniversiteleri, öncü yayımcılık faaliyetleri sebebiyle “Ortadoğu’nun Paris’i” yakıştırması yapılırken iç savaş ve sonrasındaki kargaşalar sebebiyle Beyrut tarihteki bilmem kaçıncı harap oluşunu yaşar.

Şimdilerde küllerinden yeniden doğuşunu yaşayan kadim şehri zıtlıklarla tanımlamak mümkün. Batı ufkunda masmavi Akdeniz; doğu ufkunda karlı dağlar… Batı Beyrut’ta Sünniler; Güney Beyrut’ta Şiiler; Doğu Beyrut’ta modern semtlerde Hristiyanlar… Limanda lüks yatlar, kordonda lüks arabalar, şaşaalı gökdelenler, milyon dolarlık rezidanslar; iç kısımlarda sefalet içinde yaşayan göçmenler, virane mülteci mahalleleri.

Şehitler Meydanı’nda ibadethanelerini yan yana gördüğümüz bu kozmopolit kentin renkli insanları, Osmanlı idaresinde huzurla yaşamış atalarından tevarüs eden tecrübeyle, oyunlara gelmeyip bir arada yaşama kültürünü edindikleri gün Ortadoğu’ya umut ve örnek olabilecek birikime sahipler.

Cenab Şehabeddin’in “Saf ve pırıldayan bir sema altında pür-ziya, pür-elvan, pür-zehep, pür-evrak, pür-ezhar, güzel Beyrut” dediği… Üzerine ağıt yakılan şehir. Doğu’nun ağıtlar yakılası şehirlerinden sadece biri. Kulağımda Feyruz’un içli sesi: “Li Beyrut!”, “Kalbimden selam sana! Denizine, taşına, evlerine selam!” Selam, sana Bahr-ı Sefid’in en doğusu, Ortadoğu’nun en batısı. Selam, suları durulmayan şehir!