Makale

BİR EKSİK KALMAK

BİR EKSİK KALMAK

Rukiye DEMİRCİ KÖKLÜ
Kütahya Merkez Kur’an kursu Öğreticisi

Bir telefonla başladı hayatımı etkileyecek yolculuğum… Kolilerde taşınmayı bekleyen eşyalarımızın gideceği adres belliydi. Yeni evimizi almış, anahtar elimizde neyi nasıl yapacağımızı düşünüyorduk. Telefonun diğer ucundan gelen şefkat yüklü ses hayatım boyunca her daim yol göstericim olan babama aitti. Diyanet İşleri Başkanlığınca 2500 Kur’an kursu öğreticisi alımı yapılacağını öğrenen babam müracaat etmemi istiyordu. Hemen gerekli evrakları hazırlayıp İstanbul Müftülüğünün yolunu tuttuk. Beni götürmek için işyerinden izin alamayan eşim, işi bırakmış ve bütün umudunu benim umudum üzerine bina etmişti. Üzüntü ve heyecanla karışık uzun bir yolculuktan sonra başvurumuzu yaptık. İkamet yerimiz İstanbul, memleketim Kütahya olmasına rağmen gönlümüze bir Trabzon sevdasıdır düşmüştü. Daha önce hiç görmediğimiz ve Trabzonlu hiçbir tanıdığımız olmamasına rağmen aklımız hep oradaydı. Sonuçların açıklanmasını beklediğimiz günlerdi. Arayan babamdı. Önemli bir haber bekliyor olmamın etkisiyle telefonu hızla açtım. Babama verdiğim ilk tepki “Trabzon değil mi?” olmuştu. “Evet,” dedi babam, “görev yerin Trabzon, hayırlı olsun.” Heyecandan adeta yerimde duramıyordum.

İstanbul’da farklı bir semte taşınma niyetiyle toplanmış eşyalarımız nihayet Trabzon’a gelebilmişti. Henüz bir yaşına basmış olan minicik kızımız, eşim ve ben sadece bir sırt çantasıyla kilometrelerce yol gidip kültürünü, havasını, suyunu; dahası hakkında yüreğimize düşmüş bir Karadeniz sevdasının dışında hiçbir şeyini bilmediğimiz bir gurbete doğru kendimizi bırakıvermiştik. On beş günlük bir hizmet içi eğitimin ardından göreve başlamaya hazırdım. Trabzon’un Çarşıbaşı ilçesinin Kovanlı köyü sakini olmuştum artık. Öğrencilerimin çoğu annemden bile büyüktü. Köye adımımızı atar atmaz ilk dikkatimi çeken şey dağınık mezarlıkları olmuştu. Dağınık bir şekilde üçer beşer mezarlar vardı. Daha da ilginci evlerinin bahçelerinde bile mezarları vardı. Bir Egeli olarak, baktığım her tarafta mezar görmek beni çok şaşırtmıştı. O günden sonra bana en büyük desteği sağlayacağını bilmeden tanıştım ilk komşumuzla. Kucağımda uyuyan bebeği alıp araba yolu olmayan patikadan kilometrelerce uzağa evlerine götürüp bana nasıl bir iyilik yaptıklarını hâlâ hatırladıkça gözlerim dolar. Hiç tanımadığım, ilk defa karşılaştığım ama içimde “evladını gözü kapalı teslim edebilirsin bu insanlara” duygusu uyandıran o ilk tanışma anı… Hemen akabinde beni bekleyen bir küçük sürpriz daha. İlk defa göreceğim, yuvam olacak lojmanın önündeki merdivenlere sıralanmış, hepsi de birbirine benzeyen en büyükleri kız, diğerleri birkaç yaş arayla üç sevimli erkek çocuğu. Ve dördünün yüzünde tarifsiz tatlı bir tebessüm. En büyük ablaları İremgül o günlerde on iki yaşında, iki numara Ogün on yaşlarında, bir diğeri sekiz yaşındaki Soner ve en küçükleri o gün yaşını tahmin edemediğim minik Ahmet. Hayatım boyunca unutamayacağım dört güzel çehre. O günden sonra her daim yanımda olacak yaşı küçük gönlü büyük dostlarım. Kısa bir selamlaşma ve tanışma evresinden sonra almış olduğumuz erzak poşetlerindeki küçük hediyelerle başladı daimi dostluğumuz. Lojman tamirinde ellerine birer çekiç, birer çivi alarak eşime yardım etmeye çalışan gönlü ve çehresi güzel çocuklar. On yıldır hiç kullanılmamış, iyi bir bakım isteyen Kur’an kursu lojmanını temizlemek hiç de kolay olmadı. Bir başıma üstesinden gelemeyeceğim ne kadar iş varsa bu küçük çocukların anne ve babaları girdi devreye. Cefakardı Karadeniz insanı…Ve o günden sonra ne zaman ihtiyacım olsa ne zaman bunalsam ilk kapısını çaldığım insanlar oldular; anneleri Yeter abla, babaları İbrahim abi.

Soner de hiç yalnız bırakmadı beni ve henüz düşe kalka yürümeye çalışan kızımı. Kızım yürümeyi öğrenince ilk onların evine yürüyüp gitmişti. Evimizin etrafını saran uçurumdan yuvarlanma pahasına. Zordur Karadeniz’de düz arazi, araba yolu bulmak. Fındıklık kaplıdır her yer. Havası mis gibi kokar. Bardaktan boşanırcasına yağar her daim bereketli yağmur. Toprağa diktiğin küçücük bir fidan bile meyve verir daha sen arkanı dönmeden. Öyle bereketli, öyle huzurludur suyu, ekmeği, insanı; doyurur seni. Hiç bitmez lahanası, hamsisi, mısır ekmeği… Fındık desen sebil, ayağını bastığın toprağın dibi.

Hayat bu ya; hiç beklemediğimiz imtihanlar yokladı bizi. Her günümüz gülerek geçmedi tabii. Ve bir gün boğazımıza düğümlendi yediğimiz tarhana… Her daim gülen yüzüyle yoldaşımız olan sekiz yaşındaki Soner’in kanser hastalığına yakalandığını öğrendik. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Günaşırı gidilen Trabzon Fakülte Hastanesi yolları, alınan kemoterapi ilaçları, gülümsediğinde direk enerjisini karşısındakine geçiren o inci gibi tebessümün yerine zorla geçen bir beyaz maske! Yerinde duramayan Soner’in yerinden kalkacak hâli bile kalmamıştı. Her akşam ona moral olsun diye onlara giderdik. Mısırı çok sevmesine rağmen onu bile yiyemez olmuştu hayat dolu çocuk. Ve bir gün bana hayatımın dersini verdi Soner… Ne zaman kan değerleri düşse, boğazına bir şey takılıp yutkunamasa “Onbir ihlas suresi okuyorum, boğazımdaki düğüm çözülüyor Rukiye abla” derdi. Ben Kur’an’ın rahmet, bereket ve şifa kaynağı olduğunu bilirdim ama hiç bu kadar yakından şahit olmamıştım. Ben öğrencilerime Kur’an öğrettiğimi düşünürken aslında yaşı küçücük, kalbi tertemiz olan Soner’den almıştım asıl Kur’an dersini. Ne zaman İhlas suresi okusam aklıma o gelir. Evlerine çıkan bir araba yolu olmadığı için babası İbrahim abi her gün sırtında indirirdi Soner’i. Ayak seslerini duyunca çıkıp camdan bakamamak üzerdi beni. Dayanamazdım Soner’i o yarı baygın halde görmeye. Ben görmeye dayanamazken; anne ve babasında muazzam bir teslimiyet vardı, anlayamazdım. İlahi kaderin öyle hikmeti var ki doktorlar ilik nakli yapmak istediğinde kardeşlerin iliği birbiriyle uyuşmuş ama hiçbirinin iliği Soner’le uyuşmamıştı. Rabbimin bir bildiği vardı şüphesiz.

Yarıyıl tatili için memlekete geldiğimde yürekleri dağlayan o haberi aldım. Soner’i kaybetmiştik! Artık birbirine benzeyen dört kardeş, biri eksik kalmıştı. Duramadım Trabzon’da… Soner terk-i diyar eyleyince kırılmıştı kanadım. Niyetim Yozgat’a tayin isteyip kederimden uzaklaşmaktı. Taşınma günü gelip çattı, artık veda zamanıydı. Can öğrencilerimle, dostlarımla, komşularımla, Kur’an kursumla, Yeter Abla’yla, en zoru da Soner’le vedalaşmak oldu. Evleri hemen evimizin üzerinde olduğu için mezarları da evimizin hemen arkasındaydı. Yeter Abla her gün pencereden seyrederdi Soner’i… Mezarını çiçek bahçesi yapmış, tam da oturdukları odanın karşısına defnetmişlerdi ciğerparesini. En son arabaya binmeden müsaade isteyip koştum nur yüzlü Soner’in mezarına. Dualar ettim gözyaşlarım toprağına karışırken; usulca eğildim kulağına “Hani,” dedim “gelirken beni sen karşılamıştın, şimdi niye uğurlamaya gelmiyorsun, bak, sen gelemedin diye ben sana geldim.” Allah’a emanet ol güzel çocuk!

Soner’in istediği gibi on bir ihlas-ı şerif okuyup ruhuna bağışladım. Ve bir kez daha hissettim boğazındaki düğümün çözüldüğünü kendi boğazımda düğümlenen hıçkırıklara inat. Geçen sene bu zamanlar bezelye ekilmiş toprağı bu sene Trabzon’un bereketli yağmuru ve annesinin gözyaşlarıyla sulanmıştı. Dönüp arkama baktığımda İremgül, Ogün, Ahmet, hepsi oradaydı. Aralarındaki büyük boşluktan tebessüm edip bana el sallamasını hayal ettiğim Soner’i aradı gözlerim….

Ah Trabzon…Ah yürek sızım…Bir eksik şimdi!