Makale

EDİRNE MÜDAFAASI VE GAZİ MEHMET ŞÜKRÜ PAŞA

EDİRNE MÜDAFAASI VE
GAZİ MEHMET ŞÜKRÜ PAŞA

Nermin TAYLAN

Üstlendiği görev, verdiği mücadele ve gösterdiği şecaat âdeta musalla taşında anlaşılan önemli şahsiyetlerden biri de hiç şüphesiz Edirne Müdafii Mehmed Şükrü Paşa’dır. Erzurumlu bir ailenin yegâne evladı olarak 1857 yılında Erzurum’da dünyaya gelen Şükrü Paşa, çocuk yaşta ilgi duyduğu askerlik mesleği sebebiyle eğitimine Erzincan Askeri İdadisi’nde başlamış, babası Kolağası Mustafa Bey’in vefatı, annesinin yeniden evlenmesi sebebiyle bir müddet tahsiline ara verse de eğitimine İstanbul Sütlüce Topçu Okulu’nda devam etmiştir. Başarılı bir eğitim hayatının bitiminde, 1879 yılında Topçu Teğmeni olarak Harbiye’den mezun olur. Ancak Harbiye’de okuduğu yıllarda matematik zekâsı hocaları tarafından fark edildiğinden Serasker Saip Paşa’nın uygun görmesiyle öğrenimini devam ettirmek için Almanya’ya gönderilir. Almanya’da İmparatorluk Üçüncü Topçu Hassa Alayı’na tayin edilip dört seneden fazla Prusya’nın büyük askerler yetiştiren Potsdam Garnizonu’nda eğitimini sürdürür. Burada 1880 yılında üsteğmen, 1882’de yüzbaşı ve 1883 yılında da kıdemli yüzbaşı olur. İstanbul’a dönüşünde ise bir süre askerî okullarda ders verdikten sonra 1887 senesinde binbaşı olur.

Nihayet 36 yaşında tuğgeneralliğe yükselen Şükrü Paşa iyi derecede Almanca ve İngilizce bildiğinden dünya neşriyatını yakından takip ederek Harbiye ve Darüşşafaka gibi okullarda balistik ve matematik gibi dersler vermiştir. Dönemin en değerli eğitimcileri arasında yer alan Şükrü Paşa’nın bu vakitlerde dersine girip bizzat yetiştirdiği öğrenciler arasında ünlü Türk matematikçi Salih Zeki de vardır.

Şükrü Paşa topçu komutanı olarak tuğgeneral unvanıyla Edirne’ye tayin edilip az vakit sonra orgeneralliğe yükseltilir. Daha sonra 1905 yılında Selanik’e sürülür. Askerî dehası, aşırı disiplini, ordusunu titizlikle yetiştirmesi ve tahammülsüzlüğü sebebiyle burada Deli Şükrü diye anılmaya başlar. Siyasetle hiçbir zaman işi olmayan ancak söylemek istediğini cesaretle en üst düzeydeki devlet adamlarına bile çekinmeden söyleyebilen Şükrü Paşa, dönemin padişahına devlet ve millet için öngördüğü konuları ihtiva eden bir rapor sununca; Sultan II. Abdülhamid tarafından 1908 yılında rütbesi mareşalliğe yükseltilmiş olsa da Meşrutiyet’in ilanından sonra yapılan “Askerî Rütbeler Tasfiyesi”nde geri korgeneralliğe indirilmiştir. Ancak 1912-1913 Balkan Harbi’nde Edirne Müstahkem Mevkii’nde yaptığı kahramanca müdafaa esnasında tekrar orgeneralliğe kadar yükseltilip yeniden hakkı teslim edilmiştir.

O vakte kadar Deli Şükrü Paşa diye askerî camiada nam salan Mehmed Şükrü Paşa Balkan Harbi’nin hemen öncesinde Edirne Müstahkem Mevkii Komutanı olarak tayin edilmişti. Askerlik hayatının en son ama belki de en şerefli vazifesine tayin edildiği yazılı emirde Paşa’dan düşmanın Edirne’yi kuşatması hâlinde, yalnızca 40 gün kadar müdafaa etmesi istenmiştir.

Edirne Müdafaası

XIX. yüzyılda bağımsızlıklarını ilan eden Balkan milletleri ve 1912 yılının Ekim ayında patlak veren Balkan Savaşı ile Balkanlar âdeta yangın yerine dönmüştü. Asırlar evvel kendilerine adaleti ve hoşgörüyü götüren bir devleti el ele vererek parçalamaya çalışan bazı milletlerin zulmüne maruz kalan evlad-ı fatihan ise canhıraş bir vaziyette çareyi Anadolu topraklarına kaçmakta bulmuştu.

Osmanlı topraklarının masa başında paylaşıldığı, düşmanın gözünü İstanbul’a diktiği ve bu gayeyle Çatalca’ya kadar ilerlediği bir dönemde Edirne gibi stratejik bir bölgeyi savunma görevi Şükrü Paşa’ya verilmişti. Şükrü Paşa’ya gönderilen yazılı emirde Edirne’nin muhtemel bir kuşatma hâlinde yalnızca 40 gün müdafaa edilmesini ve bu süre zarfında kendisine yardım gönderileceği söylenmişti. Vatan ve millet sevdalısı Şükrü Paşa tam 5 ay, 5 gün büyük bir mukavemet gösterdi ve Edirne’ye düşman ayağını bastırmadı.

Yokluk, sefalet ve perişanlığın ayyuka çıktığı, yiyecek olarak yalnızca süpürge tohumlarının kaldığı, cephanenin tükendiği o hazin vaziyette Şükrü Paşa’nın inanç ve direnci herkese cesaret kaynağı oluyordu. Âdeta can pazarının yaşandığı harbin en dehşetli zamanında “Düşman hatlarımızı geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmem. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu mahalde gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir.” sözleriyle asrın en önemli müdafaalarından birini son karakolun bekçisi olarak en âlâ şekilde göstermiş oluyordu.

Düşmanın bile hayranlığını gizleyemediği Edirne Müdafaası sırasında Şükrü Paşa’nın bu sözleri askerlere sirayet ediyor, askerliğin ve yiğitliğin sembolü bir direniş gösteriliyordu. Tüm cephelerden gelen bozgun haberleri ile bozulan moraller Edirne Müdafaası sebebiyle ümide tekallüb ediyor, teslim olunmayacağını, bozguna uğranmayacağını Edirne semaları âdeta “Türkün yurdu çiğnenmez, vatan toprağı geçilmez!” nidalarıyla haykırıyordu.

Aradan geçen 5 aydan sonra yardım bir türlü gelmemişti. Hastalıklar, veba ve perişanlık içerisindeki halk yorgun, bitkin düşmüştü. Asker ve en önemlisi ecdat yadigârı eserler, ulu mabetler zarar görmesin diye Şükrü Paşa teslim olup esir düşse de onun yaktığı ümit meşalesi sebebiyle 2. Balkan Harbi’nde Meriç Nehri’ne kadar olan topraklar geri alınmıştır. Düşmanı bile hayrete düşüren bu büyük kumandanı Bulgar Kralı ayakta karşılamış, kendisine büyük hürmet göstererek kılıcını teslim etmiştir.

Esareti ve ölümü

Altı aylık Sofya esaretinden sonra İstanbul’a gönderilmiştir. Edirne müdafii olarak dünyaya nam salan bu şanlı kumandana İstanbul’a getirilirken uygulanan muamele ise içler acısıdır. “Paşa halk seni linç edecek” gibi uydurma bir sözle huduttan itibaren perdeleri indirilmiş bir tren vagonunda getirilir ve Şişli’de ikamet edeceği eve yine kapalı bir faytonla gönderilir. Devlet tarafından askerî alanda gösterdiği başarı sebebiyle emekli edilir ve Şükrü Paşa bundan sonra tüm vaktini Alman Kalis Kütüphanesi’nde ve evindeki mütevazı kütüphanede geçirmeye başlar.

Ruhen mustarip, kalben kırgın son demlerini yaşayan Şükrü Paşa, Edirne Müdafaası sırasında yaşadığı kötü hayat şartları sebebiyle yakalandığı siyatik hastalık sebebiyle Bursa’ya tedavi olmaya gider fakat Bursa kaplıcalarında zatürreye yakalanarak İstanbul’a dönüşünde, 5 Haziran 1916 tarihinde vefat eder.

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nın müttefikleri olan Almanya, Avusturya ve Bulgar devlet adamlarının iştirak ettiği büyük bir cenaze merasimi ile Şükrü Paşa’nın naaşı Sultan Mehmed Reşad tarafından yaptırılan Merkez Efendi Mezarlığı’ndaki kabre defnedilir. Ancak Şükrü Paşa’nın vasiyeti üzerine naaş 27 Temmuz 1998’de açılır ve Edirne’ye nakledilir. Böylelikle 85 yıllık bir aradan sonra Şükrü Paşa tekrar Edirnesine kavuşmuş olur. Ömrü boyunca Edirne’yi çok seven ve canı pahasına müdafaa eden Şükrü Paşa’nın hayatta kalan dört evladı 1934 yılında çıkan soyadı kanununun kabulünden sonra aslen Erzurumlu olmalarına rağmen Edirne soyadını almışlardır.

Evet, bu büyük kumandanın ne yazık ki kendi ülkesinde kıymeti pek bilinmemiştir. İçinde bulunduğumuz ay Şükrü Paşa’nın vefatının 104. ölüm yıldönümü. Bu vesileyle Paşa’yı minnet ve rahmetle anmış olalım. Ruhu şad olsun.

Şükrü Paşa’ya Fransız milleti adına hediye edilen murassa bir “Şeref Kılıcı” ile içerisinde binlerce imza bulunan altın kitabın mukaddimesinde yer alan mektup:

Edirne’nin Kahraman Müdafii General Gazi Mehmet Şükrü Paşa’ya
hayranları tarafından unutulmaz bir müdafaanın hatırası olarak;

General, Vatanınızın üstüne çöken felaketler içinde top sesleriyle katliam korkuları her tarafa ızdırap saçarak, siz en zapt edilmez şecaat ve hamasetle en ulvi gayretlerin en güzel örneğini teşkil etmeğe muvaffak oldunuz. Her taraftan tehdit altında kalan devletiniz en çaresiz musibetle mahkûm gibi göründüğü sırada, siz başkaldırınca hayretler içinde kalan dünya, böyle evlatlar yetiştiren bu ırkın damarlarında kendisine feyyaz bir inkişaf temin edecek bir kan bulunması zaruri olduğunu itirafa mecbur olmuştur. Harp ilan edilir edilmez Arnavutluğun içerilerinden kalkıp bundan sonra artık efsanevi bir kale hâlini alan Edirne’nin mukavemet esbabını tanzime koştunuz. İşte, orada gittikçe sizi tazyik eden bir demir ve ateş çemberi içinde her taraftan tecrit edildiniz ve korkunç bir düşmanla çarpışıp duran diğer Osmanlı ordularından da hiçbir yardım beklemediğinizden, sayıca on mislinizi bulan muhasırlara karşı etrafınızda ne varsa hepsi dağılıp devrildiği hâlde, isimlerini daima taziz edeceğiniz kahraman silah arkadaşlarınızın, imrenilecek kadar mükemmel yardımlarıyla, siz yenilmez ve zapt edilmez bir hâlde dimdik durdunuz. Ne mahsur şehrin ahalisini tehdit eden açlık, ne üst üste saldıran hücum dalgaları, ne askerlerinizin başına düşmanın yağdırdığı hücum dalgaları, ne moral bozucu yığınlarla beyannameler, ne soğuk, ne hastalık, ne de ölüm gibi şeylerin hiçbirisi sizin o kaya gibi imanınızı sarsamadı, hiçbir şey sizin o akla sığmaz fedakârlığınızı gevşetemedi.

Bununla beraber, mukadderat, iradenizden daha kuvvetli çıktığı için nihayet onun o zalimane hükmüne boyun eğmek mecburiyetinde kaldınız fakat daha sulh zamanından itibaren bütün gayretinizi takviyesine hasrettiğiniz bu kalenin her surunda sizin isminiz artık silinmez harflerle nakşolup kalacaktır. Ne öyle olacağı içindir ki ilerde, destan rüyaları görecek şairler bu yıkık istihkâmlardan ilham almaya ve taşların sırlarını söyletmeye geldikleri zaman, kahramanlıklarınızla dünyaya ün salan bu tabyaların üstünden birdenbire onlara, sizin aslan çehreniz görünecek ve en hisli şiirler işte onun o coşkun ilhamından fışkıracaktır. General, siz üstünden ulvi bir lerze geçmesine sebep olduğunuz için bütün dünyanın size bir minnet borcu var. İşte bundan dolayı, düşman eline sağ geçmiş olmaktan mütevellit büyük acınızın içinde eğer size teselli verebilecek bir söz ve kalbinize kuvvet verecek bir işaret tasavvur edebilirse, hayranlarınız şimdi size işte o teselli ile o kalp kuvvetini vermek istiyorlar. Osmanlı padişahlarının eski payitahtını müdafaa için o kadar şecaat ile çarpıştınız ki nihayet siz de Şıpka, Plevne kahramanlarının şanlı silsilesine katıldınız. Padişahınızın size tevcih ettiği “Gazi” unvanı, vatanınıza olan hizmetlerinizi ebedîleştirmiş oldu.

Bu altın kitabın, başından sonuna kadar imzaları sıralanan sayısız hayranlarınız, bugün size takdim etmekte oldukları şeref kılıcının o şanlı müdafaanızın bütün hafızalarda nakşolup kalacağını, bu unutulmaz muhasara esnasında sizden uzak bulunmuş binlerce kalbin de sizin kalbinizle beraber çarpıp bütün ızdıraplarınıza iştirak etmiş olduklarını ve siz vatanınıza karşı vazifelerinizi yaparken, onların da size candan hayır dua ettiklerini hatırlatması temennisindedirler.

Paris

1913 Nisan.