Makale

DÜNYAYI MI YADIRGAMAK, DÜNYADAKİ YERİNİ Mİ?

DÜNYAYI MI YADIRGAMAK, DÜNYADAKİ YERİNİ Mİ?

Leyla ARSAL

Gözle görülebilir ışığın çok daha ötesinde, gözün algılamakta aciz kaldığı bambaşka mahiyet ve nitelikteki ışık frekanslarının tüm evreni sarmalayan fizyolojik ve metafizik yapısından bilimin geldiği son nokta itibarıyla sınırlı da olsa bir bilgiye sahibiz. Bir yaratım harikası olan göz, gözle görülebilir ışığı algılamaya programlı gizemli doğası sebebiyle evrendeki diğer tüm ışık frekanslarını algılayamadığı gibi bu frekansların fizik ve metafizik boyuttaki işlevselliğinden, etkileşiminden de yaratımın sürekliliği bağlamında haberdar olamıyor. Zihin, bunu bir bilgi olarak bilse bile, bu eyleme bizzat görerek şahit olamadığı için niteliğini ve derinliğini anlamakta aciz kalıyor. Dolayısıyla zihnin arka planında güncelliğini yitirmiş, mahiyeti kavranamamış bir sıradanlığa hapsolarak bu devinimin görkeminden habersiz, rutine teslim bir kısır döngüyü algısının başat karakteri hâline getirmiş oluyor. Sanki bütün evren bu gözle görülen ışık boyutundan, onun sınırlılığından ibaretmiş gibi...

Işığın fizik ve metafizik boyuttaki etkileşimini, insan metabolizmasının hücreler arasındaki ışık işlevselliğini, tüm evrenin âdeta bir gökkuşağı gibi bu ışık sarmallarıyla sarmalanan doğasını ve bu mekanizmanın metafizik evrenle iç içeliğini içeren yaratım sürecini başka metinlerimde detaylıca anlatmıştım. Burada bu kadarlık bir izahat ile esas belirginleştirmek/bağ kurmak istediğim hususa geçmek istiyorum. Evrenin bu gizemli ihtişamına, akıllara durgunluk veren görkemli muhtevasına odaklanamayan, bu fikrî boyutu hayatının başköşesine koyarak hayret duygusunu devinim üzere tutamayan, düşünmenin ve sorgulamanın hazzının/huzurunun farkında olamayan bir birey, kaçınılmaz olarak zihnin dar girdaplarına hapsolacak, bu hapsolmuşluğun eksik kanı ve vehimleriyle de dünyayı bir hapishane olarak algılayacaktır. Neden? Çünkü yaratıcının ihtişamı sadece öte âleme mahsusmuş gibi bir zan üzere hareket eden bellek, o ihtişamın kusursuz bir benzerinin, yansımasının -dahası ta kendisinin- bütün evreni kapsamış olduğunu gerektiği gibi kavrayamayacağı için dünya hayatını küçümsemeye, hatta vehimden ibaret bir yokluğa vardırmış olacak. Işığın metafizik âlemden fizik âleme sırlarla geçişini, her iki âlemin bu ışık enerjisi ile birbirleriyle etkileşen ayrılmaz bir aradalığını, fizik âleme geçen ışığın metafizik âlemden getirdiği kaideleri de bünyesinde taşıdığını, bu taşımanın bizzat o âlemin aşkınlığını içerdiğini; onunla hayat bulup onunla harekete geçtiğini, son tahlilde “o” olduğunu ve aralarında hiçbir ayrılık/aykırılık olmadığını da dikkatten kaçırınca; dolayısıyla yadırgayacak içinde bulunduğu dünyayı. Ancak buradan kurtulursa, uzaklaşırsa, buraya yabancılaşırsa huzura ereceği zannını besleyip büyütecek, yanılgısını bir ömür fark edemeden. Buraya bir parantez açarak dünyayı mı, dünyadaki yerini mi yadırgayacak olacağı meselesi üzerinde durmak istiyorum. Zira, bu ikisi bambaşka anlamları içeriyor. İlkinde dünyada olmaklığı yadırgayan, öte âlemin hasretini duyan bir birey söz konusu iken; ikincisinde dünyada bulunduğu konumu, dünyalık olarak ona verilen, bizatihi lütfedilen hakkını yadırgayan, beğenmeyen bir birey anlamı ortaya çıkıyor. İkincisinde daha dünyevi, daha maddi bir anlam koşutlanırken, ilkinde daha tinsel bir anlam izlenimi uyanıyor gibi görünse de aslında her ikisi de sorunlu bir anlamı barındırıyor bünyesinde. Şöyle ki; az evvel yukarıda değindiğim, insan zihninin dünya hayatının esas mahiyetini kavramaya yeltenmeyerek vehimden ibaret bir yokluk, darlık, hapsolmuşluk yanılgısına kapılması sonucu; dünyadaki bu hasretlik hâlinin sonlandırılarak dinmesini, sönmesini beklemek değil de; hasretliğin söndürülmesinin daha çok alevlenerek büyüyüp yayılmasında, artmasında, ateşin ve ızdırabın çoğalmasında olduğunu fark edemeyişi, bu denklemi çözemeyişi, maalesef yadırganma olarak tabir edilmesine, bu tabirin de kutsanmasına yol açıyor. Hâlbuki yadırgamak değil sahip çıkmak, dört elle sarılmak gerekiyor bu yoksunluk duygusuna. Yoksunluktan neşet eden varlığın devinimine, zihinde beliren hayret duygusuna, bu duygunun yarattığı hazza ve doygunluğa teslim olmak, razı olmak, rıza makamına oturmak gerekiyor. İnsanın o kısıtlı darlık alanına zihnini kilitleyip evreni rutin bir sıradanlık, devinimsiz bir kısır döngü olarak algılaması ne kadar sorunlu bir düşünüş şekli. Ne büyük eksiklik. Oysa gerçek bu durumun tam tersi istikamette seyrediyor: Doğa aralıksız, nihayetsiz, sonsuz bir ilk yaratımla dur durak bilmeden devinim hâlinde. Yaratılan tek bir zerre dahi bir öncekinin aynı yahut tekrarı değil. Nasıl ki asırlardır her doğum ile yepyeni, biricik bir insan dünyaya geliyor, asla hiçbiri birbirinin tekrarı değil; doğada da aynı şekilde gerçekleşen her yaratımla her zerre her seferinde ilk olan bir biriciklikle yaratılıyor, hiçbiri birbirinin tekrarı yahut aynı değil ve fakat birbirinin devamı olarak tekâmül sürecini içeriyor: Hiç nihayete ermeyecek bir tekâmül sürecini yalnız. Şimdi, böylesi bir yaratım mucizesini içeren, insan aklının algılamakta dahi aciz kaldığı bir evreni yadırgaması, kıymetini teslim etmemesi ve dahi edemeyişinin acziyetini fark etmeyişi ne kadar doğru, ne kadar hakkaniyetli olabilir? Yaratıcı bu evreni insan için onun şanına yaraşır şekilde yaratmıştır ve nice hikmetlerle doludur. Yüzeysel algıya değil de derindeki bu hikmetlere sabitlenen bir zihin her iki âlemde de tekliğe odaklanır ve tekliğin çokluğuyla huzura ram olur. Huzuru bulanın bulunduğu hiçbir ortamı yadırgaması gibi bir sonuç teşekkül edemez. Dünya hayatının geçici sıkıntıları ve ızdıraplarının karşısında o, ebedî olan kalp âleminin genişliğiyle ne darlık bulacak ne yadırgayacaktır darlık gibi algılananı: Geçici olan, ebedî olanın dış kabuğuna yansıyıp yansıyıp sönen, bir varlık gösteremeyen; lâkin bu yansıyışın hakikatiyle ecre ve ilerlemeye vesile olan bir akistir zira.

“Manevi istirahat, ancak manevi ızdıraptadır. Ne zaman ki manevi ızdırap söner, manevi istirahat yok olur. Onun için; manevi istirâhati, manevi ızdırapta aramalıdır...”