Makale

GÖNÜLLÜ ESARET

GÖNÜLLÜ ESARET

Emin GÜRDAMUR

Goethe Üniversitesi tarafından organize edilen ve her yıl bir yazarı ağırlayan Frankfurt Dersleri’nde konuşan Peter Bichsel, “Ben kendi kendimin kurbanıyım, kendimi yazarak kandırdım ve esir ettim. Tıpkı bir okurun kendisini okuyarak kandıracağı gibi.” der. Bu kışkırtıcı itiraf, yolu kitaplarla kesişen herkese bir şey söyler. Yazmanın ve okumanın insanı nasıl gönüllü bir esarete, bilinçli bir aldanışa sürüklediğinin izini sürmeden önce birkaç hususu netleştirmemiz gerekiyor.

Evvela yazının ve edebiyatın insanları iyiye, güzele ve doğruya çağırmak gibi bir misyona sahip olduğuna dair klişeyi, en azından sonuçları itibarıyla bir kenara bırakmalıyız. Bir sözün dünyanın neresinde hangi taşı yerinden oynatacağını, hangi bardağı taşıracağını bilemeyiz. Kıvılcımlar dünyanın dört bir yanına dağılır ve alev almaya hazır çıra yığınları gibi zihinleri, kâh aydınlatarak kâh körelterek ama her hâlükârda geri dönüşü imkânsız bir şekilde tutuşturur. Sözün iyi niyetle ortaya konulmuş olması onun kaderini tayin edemez. İyimser bir söz kötümserliği, kötümser bir söz iyimserliği tetikleyebilir. Belki de yazının en güçlü yanı müellifi bile dışarıda bırakan bu öngörülemez kabiliyetidir. Kemal Tahir’in ifadesiyle bir söz kalemden çıkıp dünyaya salındıktan sonra, “kopar gider, nerde n’işler” bilinmez. Onu geri toplamak, dediğini dememiş olmak artık imkansızdır. Örneğin ne Mevlana öğretisinin Batı toplumlarında ezoterik grupların başucu kitabı olacağını ne de Marx iktisadi tezinin bir gün milyonlarca insana kan kusturan totaliter rejimlere ilham vereceğini tahmin edebilirdi.

Gerçekte yeryüzünde hangi edimin hangi sonucu veya sonuçları doğuracağını kestiremeyiz. Sadece iyi niyetlere ve yüzeysel akıl yürütmelere sığınarak kimi çıkarımlarda bulunabilir, böylece okumanın veya yazmanın ahlaki sınırları hakkında birtakım kurgusal şemalar oluşturabiliriz. Bütün kurgusal şemalar, bir yandan yolumuzu açar bir yandan adımlarımıza dolanır. Işık, felsefi açıdan körlüğün de kaynağıdır. Kant, “İnsanlar ışığı görmez, ışıkla görür.” derken onun edilgenliğine vurgu yapar. Gecenin içinde bir fenerle hayra koşmak da şerre yürümek de mümkündür. Bu açıdan sözle ışığın doğası birbirine benzer.

Jean-Paul Sartre da yazmanın her şeye bir ad vererek ona sahip olmak gibi bir illüzyon içerdiğini, “bu temel yanılsama olmasaydı” hiçbir zaman yazamayacağını söylemişti. (Jean-Paul Sartre, Sözcükler, Çev. Bertan Onaran, İstanbul, Payel, 1989. s. 47, 48.) Yazmak gibi okumak da gönüllü bir yanılsamadır. Başkalarının yereceği, yadsıyacağı bir hayatı tercih etmektir. Peter Bichsel, Frankfurt Dersleri’nde söylemini bir adım daha ileri götürür ve yazarlara “Neden yazıyorsunuz?” gibi kolay cevaplandırılacak bir sorunun sorulmaması gerektiğini savunur. Doğru kalıp şöyle olmalıdır: “Yazı yazmak için kendinizi nasıl kandırıyorsunuz?” (Peter Bichsel, Edebiyat Dersleri, Çev. Ahmet Sarı, Şahbender Çoraklı, İstanbul, Ketebe, 2020. s. 78.) Biz bu yenilikçi soruyu okur olarak kendimize de yöneltebilir miyiz? Evet, insan okumak için kendini nasıl kandırır? Okumayı bir zihinsel genişleme çabası, kendinden dışarı doğru adım atma cesareti; çok katlı bir esaretten kurtulmak için aşağıya, zemin kata, yani çıkış kapısına doğru yürüme faaliyeti olarak betimlediğimizde, kendimiz hakkında ne tür cevaplar elde edebiliriz?

İflah olmaz bir yolculuk

Kitaplarla birlikte, kitaplara doğru yürümeye başlayan insanın artık hızlanmak için herhangi bir gayret sarf etmesi gerekmez, aksine durmak veya yavaşlamak için çaba göstermesi lazım gelir. Bilincin merdivenleri bitmek bilmeyen katlara doğru açılmaya, açıldıkça sahibini hayretler içinde bırakmaya başlar. Kişi bunca zaman çıkış kapısından bu kadar uzakta nasıl yaşadığına hayret eder. Kitaplar o yürüyüş boyunca her sahanlıkta kollarını açıp bizi içeri buyur ederler. Hepsi farklı meseleleri farklı biçimlerde ele almış olsa da şu bencil seste birleşir: Burası çok iyi! Birkaç kat merdiven indikten sonra okur, açılan kapıların çok da iyi olmadığını, her zaman daha iyisinin bulunacağını fark eder. İflah olmaz bir yolculuk başlamıştır artık. Yine de kapılardan gelen seslere kulak kabartmak, davetleri kırmayıp evlere misafir olmak, yazarla uzun mükalemelerde bulunmak, bazen tartışıp evi terk etmek tipik okur davranışıdır. Her kitap bizi içeri buyur ederken asıl niyetimizle aramıza girmiş olur. Asıl niyetimiz, çıkış kapısını bulmak, hayatın ışığını aracısız temaşa etmek, hakikate çıplak elle dokunmaktır.

Kitaplar da daireler gibi mühendisliğin zorunlu tekrarına tabidirler. Söz gelişi bizi insan psikolojisinin labirentimsi odalarına çekerken, tarihin derinliklerine buyur ederken ya da evrenin uçsuz bucaksız boşluklarında seyahate çıkarırken en geniş anlamıyla birbirini tekrar ederler. Okumak baştan sona bu huzursuz ve tekdüze yolculuğun adıdır. Kişi bazen kendi dairesindekilerle bazen de yolda karşılaştığı bir dairede bulduklarıyla yetinebileceğini zanneder. Ya da yolculuk esnasında bir an durup dış kapıya dair hayaller kurmanın anlamsızlığına hükmedebilir. Ancak bu düşünceyle yaşayamaz. Çünkü yaşamak, başka insanlarla ilişki içinde olmayı, kendi kovuğumuzdan dışarı çıkmayı zorunlu kılar. Bu zaafımızı iyi bilen kitaplar bize çıkış kapısını tarif ederken farkında olarak ya da olmayarak kendi kapılarını tarif ederler. Oysa bu apartmanda bir kez evinden çıkıp dış kapıya doğru inmeye başlayan herkes bilir ki bütün katlar bitmedikçe, son merdiven inilmedikçe, dış kapıdan çıkıp hayata karışmadıkça insan için ebedî bir uzlaşıdan söz etmek güçtür. Bir süre sonra okur, her katta içeri çekiştirilen bir zavallı olduğu gerçeğiyle yüzleşir. Her daire, her kapı kıskançtır. En az dışarıdaki hayat kadar iddia, mükellef sofralar ve teklifler barındırır. Kitapların sayfalarında, gerçek benim, diyen bir müzik hep çalar. Cemil Meriç bu yüzden kitapları “bütün sevgililer gibi kıskanç” olarak tarif eder. İnsanı realiteden koparan, realite benim, diyen sevgililer olarak. (Cemil Meriç, Bu Ülke, İstanbul, İletişim, 1992, s. 50.)

Bir kez okuduktan sonra

Realiteden koparmak demişken iki kitabı anmadan geçemeyiz. Mustafa Kutlu’nun Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı hikâyesi ile Carlos Maria Dominguez’in dünyaca ünlü Kağıt Ev’i, kitap tutkuları yüzünden oldukça dramatik bir sona sürüklenen iki insanın hayatını konu edinir. Kitaplar bu iki insana yeni bir dünyanın kapılarını açmakla kalmamış onların hayatla irtibatını kesmiştir. Sunduklarına karşılık olarak yaşamlarının geri kalanını istemişlerdir. Kutlu’nun deyişiyle, “Kitap aşkı başka sevda kaldırmaz.” (Mustafa Kutlu, Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, İstanbul, Dergah, s. 75.) Kitaplar bencil ve saplantılıdırlar. Kendilerinin gelip geçici bir heves olarak kullanılmalarına razı gelmezler. En hercaisi bile arka cebinde okurun parmağına ansızın geçirmek üzere bir yüzük taşır. Peki, kitaplar bu medeni cesareti nereden alırlar? Şuradan: İnsan için bir kez okunmuş olana okunmamış gibi davranmak neredeyse imkânsızdır. Bu yüzden Dominguez, “Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur.” der. (Carlos Maria Dominguez, Kağıt Ev, Çev. Seda Ersavcı, İstanbul, Jaguar, 2019, s. 20.) Hayattan beslenen kitaplar her zaman hayatın yerini almaya taliptir. Oscar Wilde gibi kimi yazarlar, sanatın hayatı değil hayatın sanatı taklit ettiğini iddia etmek suretiyle “mimesis”in yerleşik anlamını tersine çevirmeye bile yeltenmiştir. Mimesis, doğa ve insan davranışlarının sanat ve edebiyatta taklit edilmesi anlamına gelen Latince bir kelimedir. Bu girişim, modern sanat için bir miladı temsil eder. Sanatın insana, topluma ve tarihe karşı sorumluluğunu yitiren özerkliği buradan doğar. Realite hayattan alınıp altın tepsi içinde sanata sunulmuştur. Ama burada saklanması imkânsız bir yırtık daima göze batar. Dikkat edilirse sanat hayatı taklit ederken, hatta onun üzerine çıkarken bile gücünü “hayata benzemekten” alır. “hayattan daha gerçek” denildiğinde de aslında yegâne ölçü yine hayattır.

Okumanın ve yazmanın kaderi

Bütün iyi kitapların, “gerçekte olanlardan daha sahici” bir etki bıraktığını söyleyen Hemingway, “Birini okumayı bitirdiğinde olan biten senin başından geçmiş gibi hissedersin ve sonra iyisi, kötüsü, coşkusu, pişmanlığı ve hüznü, insanları ve yerleri ve havasıyla tamamen sana ait bir parça olur.” der. (Ernest Hemingway, Yazmak Üzerine, Çev. Deniz Kurt, İstanbul, Altıkırkbeş, 2015, s. 5.) Hemingway, böyle diyerek Schopenhauer’un, okuru pasif bir dinleyici konumuna indirgeyen görüşünü reddetmiş olur. Bilindiği gibi Schopenhauer, okurken yazarın bizim adımıza düşündüğünü, bizimse sadece onun düşünsel izini sürmekle yetindiğimizi savunur. (Arthur Schopenhauer, Okumak Yazmak ve Yaşamak Üstüne, Çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul, Şule, 2007. s. 37.) Hâlbuki insan, okurken en az yazar kadar iktidar sahibidir. Okuduğunu eleyerek, yadsıyarak, yargılayarak, yoğurarak yeniden biçimlendirir. Zaten kitap, hayatla boy ölçüşme cesaretini okura sunduğu bu özgür alan sayesinde kazanır. Okur, misafir olarak girdiği dairede bulacağı sesi, ışığı ve dekoru dilediğince algılamak, yorumlamak ve hepsinden önemlisi gönlünce istiflemek gibi bir imtiyaza sahiptir.

Zihin kendi seçkisini yapar. Her tercih, diğer ıskalananlar için yanılgıdır. Ama yaşarken de okurken de insan mecburen tercihlerde bulunur. Bu bakımdan her birimiz aslında hikâye anlatıcısıyızdır. Örneğin dostumuza, yaptığımız bir seyahati anlatırken onu dakika dakika sahnelemek yerine, muhatabımızın ilgisine göre biçimlendirir, süreç hakkında fikir verecek sembolik pasajlarla ihata etmeye çalışırız ki aksi zaten imkânsızdır. Sanatın hayatı taklit ederken ortaya koyduğu bilinçli yanılgı aşağı yukarı budur.

Nitekim her kitap bilinçli bir esaret, taammüden bir yanılgıdır. Okuyarak içine girdiğimiz evren ister istemez bizim kaderimizin, biyografimizin parçası olur. Velev ki sonradan çıkıp gideceğimiz bir ev olsun bu. Orada kaldığımız zaman dilimini yok sayarak kendimizden söz edemeyiz artık. Hayattan da kitaptan da geriye kalan anımsayışlar ve hatıralardır. İkinci Dünya Savaşı’nda görevli bir savaş muhabirinin cephe hatıraları ile Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını okuyan birinin hatıraları bu yüzden on yıllar sonra birbiriyle aşık atabilir. Okuma sürecinde Bichsel ya da Sartre’ın yazarlar için sözünü ettiği gönüllü yanılgı, neredeyse aynı boyutlarıyla okur için de tecelli eder. Neticede dünya ne kadar yalansa kitaplar da o kadar yalandır ve dünya ne kadar gerçekse kitaplar da o kadar gerçektir. Merdivenlerden inerken önümüzde açılan her kapı bize hayal edip durduğumuz çıkış kapısı hakkında ikircikli sözler mırıldamaya devam edecektir. Fakat bizler, bizden öncekilerin tecrübesinden az çok sezeriz, kitaplarla dolu bu fani apartmanın belki de ölümden başka çıkış kapısının bulunmadığını. Sezer ama yürümekten de kendimizi alamayız.