Makale

SONSUZ İNCELİK

SONSUZ İNCELİK
Esra BERTAN
iistanbul Üsküdar Kur’an Kursu Öğreticisi

Sağlam bir zırh yapacağım kendime, sözlerden,

kişiliklerden, güzel davranışlardan bir zırh.

böylece çıkacağım karşısına kötü insanların

korkusuzca ve hiç zayıflık duymadan.

Kavafis

Mesel

“Hayatı insan için çekilmez kılan şey nedir?” diye sorsalar, kısaca birbirimize göstermediğimiz ya da göstermek istemediğimiz “saygı” derdim. Göstermememiz, bunu bilmemekten kaynaklanıyorsa anlaşılabilir fakat bile isteye yapılıyorsa bu durum insanları ya da karşımızdakini önemsiz görmekten kaynaklanır. Bilmemek insan için daha az kusurken önemsememek affedilebilecek bir kusur değildir.

Saygı kelimesi sözlükte, “değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram” demektir. Saygı hem sevgiyi hem hürmeti hem dünü hem bugünü hem de geçmişi anlatır. Saygı, eşyaya, tabiata, canlı cansız tüm varlıklara, yaratılmışlara, Allah’ın insanda değerli gördüğü tüm duygulara karşı hürmettir… Saygı, muhatabımıza karşı gösterdiğimiz zorunlu bir hâl olmaktan çok yekdiğerine karşı yüreğimizden gelen hissiyatla gösterdiğimiz özen demektir. Saygının muhatabımızı ilgilendiren boyutu böyleyken bize dönük yüzü daha da önemlidir. Çünkü bir başkasına saygı gösteren insan evvela kendisine saygı duyuyordur. Kendisine karşı öz saygısını yitirmemiştir. Hâlâ sağlam bir iple bağlıdır kendisine, yani kendini insan kılan değerlere: Yüreğine, fıtratına, Rabbine.

Son yıllarda sosyal medyaya her yaştan insanın rağbet etmesi, yediden yetmişe birçok insanın sosyal medyayı aktif kullanması, saygı kavramını yeniden tanımlama ihtiyacını da gündeme getiriyor. Ne yazık ki sosyal medya iletişim dilini yok eden bir alan olmaya başladı. İş tam da bu noktada çıkmaza giriyor. Gerçek dünyada bir başkasına belki zorunlu belki içtenlikte saygı duysak da sosyal medyada özellikle çok sık kullanılan uygulamalarda saygı ya da adab-ı muaşeret kurallarını hiçe sayabiliyoruz. Karşımızdaki insan tanımadığımız bir insan olsa da en bayağı ifadelerle yorum yazabiliyor, tahkir ifadeleriyle haysiyetini zedeleyecek cümleler kurabiliyoruz. Bu hâl, her geçen gün bir önceki günden güç almışçasına artıyor. Mesajlaşma uygulamalarında yok ettiğimiz saygının gerçekte muhatabımıza nasıl yansıdığını bilmeden hareket edebiliyor, karşımızdaki kişinin hakkımızda yanlış zanlara kapılmasına sebep olabiliyoruz. Belki gerçekten zanna sebebiyet verecek kadar ilgisiz ya da saygısız değilizdir fakat sosyal medya dilini doğru kullanmadığımızda ya da gündelik hayatta gösterdiğimiz özeni o mecrada göstermediğimizde insanların kötü zanda bulunmalarına sebep olabiliyoruz.

Sosyal medyadaki bu umursamaz tavır yavaş yavaş gerçek hayat dediğimiz, insanların ortak yaşam alanlarında da kendisini belli etmeye başladı. Yanımızdaki insanı önemsemeden toplu ortamlarda “özgürlük” maskesi takınarak istediğimiz davranışları sergiliyoruz. İkili ilişkilerde bir başkasına karşı sınırları aşabiliyoruz. Makamlarımız, insanlarla ilişkimizde saygı hududunu aşmamıza sebep olabiliyor ve bu durumu normal karşılıyor, hakkımızmış gibi görebiliyoruz. Sokakta, işyerinde ya da mahallede gördüğümüz insanlara hoyratça davranabiliyoruz. Canımızı yanlışlıkla acıtan bir insana karşı aslan kesilebiliyor, arabamızı çizen bir çocuğun canını acıtmaktan çekinmiyoruz artık. Bizlere saygı duyulmadığını hissettiğimiz an biz de saygısızlığı bir zırh gibi üzerimizde taşıyoruz. Şehir yaşamının getirdiği hızlılık ve telaş, insanlardan uzaklaşmamıza sebep oluyor. Bizi yavaşlatan her ne varsa onu hayatımızdan uzaklaştırmak istiyoruz. En nihayetinde bir başkasına saygı bizi hızlılıktan alıkoyuyor. Akşam eve yetişmeye çalışırken trafiği altüst etmekten sıkılmıyoruz. Metrolara binerken üç durak sonra inebilmek için yer kavgası yapmaktan çekinmiyoruz. Birbirimizden, birbirimizin gözlerinden, yaşamından, merhametinden uzaklaştıkça kalbimiz de katılaşıyor. Kalbimizin uzaklaştığı herkesten saygımız da uzaklaşıyor sanki. Eskiden ailelerimizin, bizden büyüklere karşı “Saygıda kusur etme evladım.” ihtarları, artık yerini karşılık verme tavsiyelerine bırakıyor. Zaman bizleri öğütüyor. Bizse zamana, tavrımızı haklı gören sarsılmaz bir zırhla karşı duruyoruz. Saygıda kusur ettikçe kusurlarımız çoğalıyor.

Öğrencisini, kıyafetinin eskiliğinden yani ailesinin statüsünden dolayı tahkir eden bir öğretmen ya da başarısızlığından dolayı sürekli azarlayan bir öğretmen nasıl “irfan” eğitimi verebilir? Yolcusuna hakaret eden bir şoför, yol boyunca nasıl “canını emanet edeceğin” bir insan olabilir? Bir müdür, yeterli koşulları sağlamadığı işçisinden nasıl verimli olmasını bekleyebilir? Saygı, bir başkasının, ötekinin, “ben olmayanın” varlığını, kişiliğini, eylemlerini, duygularını, insan olarak biricikliğini onaylamakken, böylesi tavırlar insanın eşref-i mahlukat olduğu gerçeğini incitmez mi?

Yıllar önce bir doçent tanıdım. Kendisinden, fakültemden alamadığım İngilizce dersini alacak, vize ve final sınavlarına katılacaktım. Onu tanımıyordum fakat içinde bulunduğum durumu anlatınca, dersten sonra beni çağırmış, vize ve final sınavları yapacağını, tarihler fakültemdeki sınavlara denk gelmiyorsa herkesle birlikte sınav olacağımı, diğer sınavlarımla çakışıyorsa ayrı olarak sınav yapabileceğini söylemişti. Bu inisiyatif kullanmaktı ve bir hoca için ne demek olduğunu biliyordum. Konuşmamızdan sonra beni zor durumda bırakmak istemediğini ayrıca beyan etmiş, öğrenci olmanın zorluklarından bahsedip hocaların “kolaylaştırıcı” olması gerektiğini vurgulamıştı. Ve evet, İngilizce vize ve finalleri fakültemdeki sınavlarımla çakışmış ve Hoca bunu öğrendiğinde, sınavlarımı diğer öğrencilerden ayrı bir tarihte yapacağını söylemişti. O gün, vize sınavı için kararlaştırdığımız gün ve saatte odasında olacağımı söyleyerek yanından ayrıldım. Şaşkındım. Bir hocanın bunu yapması benim için çok değerliydi ve bunun olabileceğine inanamıyordum. Karşısındaki kendisinden yaşça çok küçük olsa da o şahsın varlığına saygıydı. Nezaketti. Hürmetti. Ve bu tavrı ile tüm insanlığa örnek olan Efendimizin (s.a.s.) sünnetini ihya etmişti. O, bunun bir sünnet olduğunu bilmese de...

O gün, saygının, hürmetin ve nezaketin yaşla, makamla, statüyle alakalı olmadığını, bize ön kabul olarak sundukları, saygının makamla ve yaşla ilişkilendirilmesinin de büyük bir hata olduğunu anlamıştım. Sınavlarımın bitiminde kendisine teşekkür etmek için gittiğimde “Teşekkür edeceğin bir şey değildi yaptığım, siz seçeceğiniz meslekle topluma hizmet edeceksiniz bırakın biz de size hizmet edelim.” demişti. “Size hizmet edelim.” kelimesi yankılandı odada. O bir öğrenciye hizmet etmekten bahsediyordu. Varlığıyla eşyayı dahi incitmeyen bir derviş gibiydi tavırları ve sözleri. Hayatım boyunca unutamayacağım o günde saygının en içten hâline şahit olmuştum: Sonsuz inceliğine.