Makale

Prof. Dr. Mahmut KAYA: “Kur’an gibi kâinat kitabını da okuyup tefekkür etmek bizim için vazgeçilmez bir hedef olmalıdır.”

Prof. Dr. Mahmut KAYA:
Kur’an gibi kâinat kitabını da okuyup tefekkür etmek bizim için vazgeçilmez bir hedef olmalıdır.”

Söyleşi: Mahir KILINÇ

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği düşünebilen, akledebilen bir varlık olmasıdır. Yüce Allah, “Ey basiret sahipleri ibret alın.” (Haşr, 59/2.); “Düşünesiniz diye...” (Bakara, 2/242.) gibi hitaplarla düşünen, akleden insanı muhatap almaktadır. Yüce Yaratıcı’nın insanı düşünen bir varlık olarak yaratmasının hikmetleri nelerdir?

Mahiyetini bilmediğimiz, tarifini yapamadığımız akıl, manevi bir güç olarak Allah’ın insana bahşettiği, onu diğer canlılardan üstün kılan en büyük değerdir. Aklın en temel işlevi; soyutlama yapmak, yani dış dünyadaki renk ve şekilleri soyutlayarak onları kavram ve bilgiye dönüştürmek, sonra da bu kavram örgüsünden hareketle mantıki tanımlara ulaşmaktır. Bilindiği üzere sistemli düşüncenin ürünü olan bilim, tanımla başlar. Dolayısıyla tanımlayamadığımız, tarifini yapamadığımız bir şeyi tam olarak bildiğimizi söyleyemeyiz. Öyleyse aklın en büyük başarısı bilimdir. Dahası büyük-küçük, önemli-önemsiz, insan eliyle yapılan ve bir emek mahsulü olan her şey aklın eseridir; âdeta somutlaşmış akıldır. Ancak akıl bütün bu başarılarını gerçekleştirirken burada insanın sahip olduğu duygu, sezgi ve ilham gibi manevi melekelerinin de önemli ve yönlendirici katkısının bulunduğu göz ardı edilmemelidir.

İşte insanı bu gibi üstün güç ve melekelerle donatan Yüce Yaratıcı, aynı zamanda onun fiziki, fizyolojik ve fizyonomik yapısını da diğer canlılarla kıyaslanamayacak derecede mükemmel yaratmıştır. Nitekim yüce Allah “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin, 95/4.) buyurarak kendi eseriyle övünmektedir. Öyleyse öz kudretiyle dünyayı bayındır hâle getirecek, daha güzelleştirecek ve ona egemen olup yönetecek insan, Allah’a halife olmaya en layık olan üstün bir varlıktır. Bir başka ayette “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık.” (İsra, 17/70.) buyurarak insanı diğer canlılardan üstün kıldığı gibi akıl, irade ve bütün manevi donanımıyla meleklerden bile üstün kılmıştır. Zira onun yaratılışını hoş karşılamayan melekler, kendilerinin bilmediğini Âdem’in bildiğini görünce ona secde etmiş yani huzurunda saygı duruşunda bulunmuşlardır. Bir anlamda bu saygı, bilgiye gösterilen bir saygıdır.

Ayrıca Yüce Allah, varlık türleri içinde yalnız insanı kendisine muhatap almış ve hilafet görevini layıkıyla yapması için gönderdiği peygamberlerle ve mesajlarla onu desteklerken en büyük şeref payesini yine insana vermiştir.

Konumuza dönecek olursak, yüce Allah kâinatta ne varsa hepsini insanın emrine ve hizmetine verdiğini Kur’an-ı Kerim’de on altı ayet ile beyan etmektedir. İlahi kudretin birer nişanesi olmak üzere bunlardan güneş, ay, gece, gündüz ve deniz zikredilmekte ve bunların genelini ifade ile şöyle buyurulmaktadır: “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.” (Casiye, 45/13.) Başka birçok ayette Yüce Allah, kâinat kitabından örnekler sergileyerek bunları okumamızı yani bu varlıklar üzerinde düşünüp kafa yormamızı, bunları yaratan yüce kudret karşısında insan olarak aczimizi ve farkımızı idrak ederek O’na minnet ve şükran duygularıyla bağlanmamızı istiyor. Baktığımızda atomlardan ve moleküllerden galaksilere kadar her varlık Allah’ın birer ayetidir. Bunları okuyup anlama ve anlamlandırmanın yolu ve yöntemi ilimdir. Binaenaleyh düşünce, bilgi üzerinde gelişir ve bereketli ürünlerini verir. Öyleyse bilgi olmadan düşünce olmaz. Yeteri kadar eğitim almayan, sıradan bir mümin de kâinattaki canlı-cansız ayetler üzerinde düşünür, haşyet içinde ürperir ve hayran hayran bakarak imanı coştukça coşar. Ancak onun düşüncesi buraya kadardır. Dolayısıyla varlığı bütün boyutlarıyla okuyup anlamlandırıp onlardan istifade etme yol ve yöntemlerinden onun haberi yoktur. Öyleyse Kur’an gibi kâinat kitabını okuyup tefekkür etmek ve anlayacak düzeye gelmek Müslüman için vazgeçilmez bir hedef olmalıdır.

Düşünmeyi ifade eden tefekkür, tezekkür, tedebbür, teakkul, nazar gibi kavramların İslam düşünce geleneğindeki anlamları ve irtibatları hakkında neler söylersiniz?

Kur’an ıstılahında düşünmeyi ifade eden kelimelerin sayısı, türevleri de hesaba katılacak olursa hayli fazladır. Mesela fikir-tefekkür, zikir-tezekkür, tedbir-tedebbür, akıl-taakkul, emel-teemmül, ubûr-itibâr, nazar ve rey gibi kelimeler İslam düşünce terminolojisinin yapı taşlarıdır. Bunlardan çokça kullanılan tefekkür, bir şeyin, bir olgu ve olayın mahiyetini bütün yönleriyle ele alıp düşünmektir. Daha derinine dalmak, duygu ve sezgiyi de işin içine dalıp gitme ise teemmül terimiyle ifade edilir. Tedebbür ise bir iş ve olayın sonucunu hesaba katarak düşünmek anlamındadır. Tezekkür terimi daha çok geçmişe yönelik düşünme ve hatırlamadır ki zikir kökünden gelmektedir. Zikir ise deruni bir duygu ile kalpten geçirme, anma ve hatırlama demektir. Dilin kalbe iştirak etmesine cehrî zikir; her an ve her yerde Allah şuuruyla yaşama hâline ise zikr-i müdâm denir. Taakkul ise teorik ve pratik meseleler üzerinde düşünme, akletme anlamına gelmektedir. İtibar ve türevleri, olgu ve olaylardan ibret almak, ders çıkarmak anlamındadır ki bu, bilinmeyen bir şeyi bilinenle kıyaslayarak yeni bilgilere ulaşmaktır. Dolayısıyla itibar, fıkıhtaki kıyas ilkesi ve mantığın omurgasını oluşturan kıyas yöntemiyle aynı anlama gelmektedir. Nitekim İbn Rüşd’e göre “Ey basiret sahipleri ibret alın.” (Haşr, 59/2.) ayeti hem akli kıyas hem de dinî/fıkhi kıyas kullanmanın zorunlu olduğuna dair bir nastır.

Kur’an-ı Kerim’de çok kullanılan bir başka terim de nazar ve onun çeşitli kiplerdeki türevleridir. Sözlükte bakmak anlamına gelen nazar, kalp gözüyle ve deruni duyguyla bakmak, bir şeyin, bir olgu veya olayın iç yüzünü anlamak üzere bakıp düşünmek demektir. Şu hâlde nazar kelimesi sadece bakıp görmek değil, bakıp gördüğü şey üzerinde kafa yorarak onun varlıktaki yeri ve işlevinin ne olduğu konusunda düşünmektir. Mesela “Onlar göklerdeki ve yerdeki sınırsız hükümranlık ve nizama, Allah’ın yarattığı her şeye, ecellerinin yaklaşmış olabileceğine hiç bakmadılar mı?” (Araf, 7/185.) ayeti ve aynı mana ve muhtevadaki birçok ayet, kâinatta mevcut her varlık üzerinde durup düşünmeyi teşvik etmektedir. Söz gelimi “Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın.” (Tarık, 86/5.) ayeti ile döllenmenin nasıl gerçekleştiğini ve aşama aşama ceninin ana rahminde nasıl teşekkül ettiğini beyan eden ayetler karşısında bizlerin düşünüp gerekli araştırmaları yapması gerekir.

“Onlara hem dış dünyada (afak) hem de kendi varlıklarında (enfüs) bulunan ayetlerimizi göstereceğiz ki Kur’an’ın hak olduğu kendilerince sabit olsun.” (Fussilet, 41/53.) ayetiyle Cenab-ı Hak, insanı kâinatın ve kendisinin yaratılışı üzerinde düşünmeye çağırıyor. İnsan afak ve enfüsteki ayetleri nasıl okumalıdır ki kendisini hakikate götürebilsin?

Sözü edilen ayette yüce Allah, son olarak insanlığa gönderdiği vahyin hak olduğunu göstermek ve kanıtlamak üzere zamanın akışı içinde kâinatın uçsuz bucaksız ufuklarında ve insanın öz benliğinde kendi yüce varlığına tanıklık eden ayetlerini/olağanüstü hikmetlerini sergileyeceğini haber vermektedir. Gerçek şu ki insanoğlunun tarih boyunca yaptığı ilmî keşifler ve buluşların bugüne kadar Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu, işaret ettiği veya açıkça gösterdiği hakikatlere ters düşmediğini görmekteyiz. Bu keşif ve buluşlar -ister pozitif bilimler isterse beşerî ve manevi bilimler alanında olsun- daima ilahi vahyin öngördüğü gerçekleri tasdik eder mahiyettedir. Bu yüzden “Kur’an’ın en iyi müfessiri zamandır.” sözü, yukarıdaki ayetin ilhamıyla söylenmiş çok doğru bir sözdür. Dolayısıyla ilim tasdike, cehalet inkâra götürür. Ancak Batı’daki aydınlanma döneminden itibaren süregelen materyalizm ve ateizm çılgınlığı, kilise karşıtlarının kışkırtması ve bilimin ideolojik yaklaşımlarla istismarından başka bir şey değildir. Bugün insanlığın karşı karşıya bulunduğu küresel krizin sorumlusu din veya dinler değil, bilim istismarcıları ile vahşi kapitalizmin iş birliğidir. İnsanoğlunun en büyük dinamizm ve güven kaynağı olan manevi ve ahlaki değerleri tahrip edip insanı nesneleştiren, sıradan bir canlı hâline getiren bu zihniyetin artık insanlığa söyleyeceği sözü de kalmamıştır.

Biz, söz konusu ayetin ilhamıyla baktığımızda bilgi kaynağı olarak bir dış dünya (afak), bir de insanın iç dünyasının (enfüs) bulunduğunu görürüz. Dış dünyayı iç dünyamızla (akıl, irade, duygu, sezgi ve vicdan) anlamaya ve değerlendirmeye çalışırız. Şu var ki dış dünya atomdan, atom altı fiziğinden galaksilere varıncaya kadar geniş bir varlık alanını ifade etmekte olup bu alanda araştırma yapmak kolay olmamakla birlikte yine de yapılan araştırmalarla belli sonuçlar elde edilebilmektedir. Ancak Kur’an’ın enfüs dediği insanın iç dünyası yani ruhu, kalbi, aklı, iradesi, duygu ve sezgileri; kısaca onun psikolojik yapısı gayr-i maddi bir alan olduğu için o alanı keşfetmek ve o konuda kesin bir şey söylemek gerçekten zordur. Şunu da biliyoruz ki insanı insan yapan onun iç dünyasındaki bu değerleridir. İnsanın mutlu ve başarılı olması ile bu manevi değerlerin doğru orantılı olduğu görülmektedir. Dolayısıyla iç dünyası zengin olan insan, mutlu ve başarılı insandır. İç dünyayı zenginleştirmenin birçok yolu ve yöntemi vardır. Mesela sanat, edebiyat, musiki ve metafiziğe açık felsefe çalışmaları… Bunların hepsinin yeri önemli olmakla birlikte bu konuda maneviyat ve ahlak olmazsa olmaz bir konuma sahiptir. Demek oluyor ki bu iç zenginliği sadece ilimle elde etmek mümkün değildir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) “Bir saat tefekkür bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır.” (Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127.) buyuruyor. Böylesi faziletli bir ameli yapmak için neler üzerinde ve nasıl tefekkür etmeliyiz?

İnsanı insan yapan en yüksek değer akıl olduğuna göre aklın işlevi araştırmak, sormak, her şeyin ve her olayın aslını, mahiyetini temelden kavrayıp öğrenmek, sonra da bu öğrendiklerini tasnife tabi tutarak eleştirel bir yaklaşımla bunlar üzerinde düşünüp yeni bilgiler elde etmektir. Zor ve zahmetli olan bu yolu izleyen ve bu yöntemi kullanan bir mümin ancak Kur’an’ın inceliklerine ve kâinatın esrarına vâkıf olabilir. Bunu sadece kendisini ilme ve düşünce hayatına adayanlar başarabilmektedir. İşte bu zahmete katlanan ilmin ve fikrin çilesini çekenlerin her ânı ve her saati ibadettir. Kur’an, yüzeysel bilgiye kendini açmaz; o, bizden din ve dünyanın inceliklerine ve hikmetlerine vâkıf olmayı sağlayacak derin ve tutarlı bilgi ve düşünce istemektedir. Kur’an-ı Kerim’de tefekkürü emir ve tavsiye eden on altı ayet dikkate alındığında bu gerçek daha iyi anlaşılır. O, bizden ısrarla kevnî ayetler üzerinde düşünmemizi istediğine göre iyi bir anatomi, astronomi, jeoloji, meteoroloji, zooloji ve botanik bilgisine sahip olan bir mümin, elbette Kur’an’ın esrarına daha iyi vâkıf olacaktır.

İbadetlerimizi eda ederken tefekkür boyutunu ihmal edebiliyoruz. İbadet tefekkür ilişkisi konusunda neler söylersiniz?

Bilindiği gibi insanın Yüce Yaratıcı ile ilişkisini sağlayan ibadetler, dua, zikir, tövbe ve istiğfardır. Biz o yüce kudrete kul olduğumuzu bu tür ibadetlerle ortaya koyarız. İbadeti âdetten ve alışkanlıktan ayıran ise niyettir. O hâlde niyet, Allah’ın emrini ve bize olan tavsiyelerini kemaliyle yerine getirmek, verdiği sayısız nimetlere şükretmek, O’nun rızasına ermek için kalbimizle-kalıbımızla ve bütün duygu ve düşüncemizle O’na yönelip azameti karşısında ürpererek huzura durmaktır. Elbette ki böyle bir niyet huşuyu da beraberinde taşır. İşte şanı yüce Allah huşu hâlinde ibadet edenlerin ebedî kurtuluşa ereceklerini müjdelemek üzere şöyle buyuruyor: “Müminler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki namazlarında derin saygı içindedirler.” (Müminun, 23/1-2.) Huşu, derin saygı, itaat ve mahviyet hâlidir ki tekbirle, kıyam, rükû ve secdesiyle namaz bu hâlin bilfiil icrasıdır. Aslolan namaz esnasında insanın bütün benliğiyle kendini Allah’a vermesi ve başka düşünceleri hatıra getirmemesidir. Ancak bunu başarmak pek kolay değildir. Resulüllah Efendimiz (s.a.s.) bile duasında “Biz sana hakkıyla ibadet edemedik ey Mabûd!” diye niyazda bulunmuştur. Öyleyse önemli olan Allah ile samimi irtibatı aralıksız devam ettirmektir.

İnsanı kendisi ve kâinat hakkında tefekküre davet ediyor Rabbimiz. Bu anlamdaki tefekkür ile kişinin ruh dünyasını terbiye etmesi arasındaki ilişkiden bahseder misiniz?

İnsan olarak biz kelimelerle düşünürüz; ilmimizi, sanat ve medeniyetimizi kelimelerle kurarız. Kelime dağarcığımız ne kadar zenginse düşünce dünyamız da o nispette zengin olacaktır. Bu da ancak çok okumakla, ciddi araştırmalar yapmakla ve ömür boyu yılmadan bıkmadan bu işi bir sevda hâline getirmekle mümkündür. İlim kıskançtır, siz ona bütün hayatınızı vermezseniz o sizin yüzünüze gülmez. Bunu başaranların ruh dünyası elbette çok zengin ve hayata bakışları bambaşkadır; onlar, sıradan insanların göremediğini, görüp de anlayamadığını bir bakışta görür ve anında değerlendirir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Müminin zekâsından/ferasetinden korkun, zira o Allah’ın nuruyla bakar.” buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Korkun!” ifadesi, onun görüşünü ciddiye alın ve saygı gösterin anlamına gelmektedir. Çünkü deruni bir bakışla bakan irfan sahibi mümin, yüce Allah’ın ona lütfettiği zekâ, ilham ve sezgiyle baktığında hedefi tam isabet tutturur. Böylesine derin ve engin düşüncenin ruha yansıması, ahlak ve davranışları olgunlaştırmak olacaktır.