Makale

TEFEKKÜR

TEFEKKÜR


BAŞYAZI

Prof. Dr. Ali ERBAŞ
Diyanet İşleri Başkanı

Cenab-ı Hak tarafından birçok üstün özellikle donatılan insanoğlunun varlık âlemindeki temel özelliği, vahye muhatap ve bilgiye sahip olmasıdır. Nitekim anlam dünyamızı aydınlatan Kur’an-ı Kerim, ilk insan ve peygamber Hz. Âdem’i (a.s.) bizlere tanıtırken ona isimlerin ve eşyanın hakikatinin öğretildiğine vurgu yapmaktadır. (Bakara, 2/31.) Bu da açıkça göstermektedir ki insanın ayırıcı özelliği, sorumluluğun esası ve muhakemenin cevheri olan kâmil bir akla ve yetkin bir idrake sahip oluşudur. Söz konusu potansiyelin zorunlu neticesi de insanın enfüsi boyutta kendisini, afaki yönüyle dış dünyayı ve son raddede yüce Allah’ı derinlemesine anlama ve anlamlandırma gayreti olan tefekkürdür.

Tefekkür tecrübesi öncelikle, bireyin kendi iç dünyasında tezahür etmektedir. Nefs muhasebesi olarak karşılık bulan bu durum, insanın, eylemlerini iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin cihetiyle murakabe ederek ideal doğrultuda davranış sergilemesiyle alakalıdır. Tefekkürün ikinci boyutu, kişinin dış dünya hakkında vesilelerden gayeye uzanan anlamlı bir düşünme yolculuğunu ve bu süreçte karşılaştıklarından ibret almasını konu etmektedir. Nitekim çeşitli vesilelerle insanın düşünen yönüne sürekli vurgu yapıp bize bu yönde çağrıda bulunan yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim; “…İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr, 59/21.) ayetiyle bu durumu beyan etmektedir. Tefekkürün üçüncü boyutu ise Yüce Allah’ın zat, sıfat ve tecellileri üzerinde hikmetle teemmül edip O’nun rızasına uygun davranışı aramaktır. “…Onlar göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru.’ derler.” (Âl-i İmran, 3/191.) ayeti de bu anlamda tefekkürün, hakikat yolcusu olan selim akıl sahiplerinin önemli bir vasfı olduğuna işaret etmektedir. Tüm bunlar, tefekkür değerinin insan için pasif bir tecrübeden ziyade fikir ve aksiyonla örülmüş yaşanabilir karşılığı olan aktif yönünü ortaya koymaktadır.

İnsanın varoluşunu anlamlandıran tefekkürün ilk basamağını, yüce dinimiz İslam’ın her daim yücelttiği ve gerçeği arama çabası olarak ifade edebileceğimiz bilgi oluşturmaktadır. Bunun için de öncelikle, kişinin kâinatla arasındaki bağlantıyı kurmasını sağlayan sağlam duyu organlarına ihtiyaç vardır. Tefekkürü anlamlı ve değerli kılan ikinci aşama, hakikat yolunun kılavuzu olan hikmettir. Bu aşama, dış dünyadan elde edilen bilgilerin işlenerek tasavvura dönüştüğü ve böylece zihnin aydınlandığı boyuttur. Böylelikle, kendisi, varlık âlemi ve yüce Allah hakkında doğru bilgi edinen insanda etkin bir farkındalık ve derin bir anlamlandırma çabası söz konusu olmaktadır. Nitekim “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Âl-i İmran, 3/190.) ayeti de bu hususu teyit etmektedir. Tefekkürün ortaya çıkardığı nihai cevher ise hakikatin bizzat kendisini işaret eden marifettir. Söz konusu tecrübe, insanın kalbinde karargâh kurup ruhunu tezkiye eden, yeryüzünde fazilet ve erdem olarak makes bulan asıl neticedir. Bu açıdan tefekkür, esasen insanın; insan, eşya, tabiat ve kâinatla ilişkisinde salim fıtratının gereğini yerine getirebilmesinin biricik vesilesidir. Bilginin salih amel olarak eyleme dönüşmesi diyebileceğimiz bu durumun asıl menzili ise Kur’an ve sünnet ilkeleri ile yaşanan bir hayatın neticesinde asil bir duruşun tezahürü olarak ortaya çıkan istikamettir.

Eşyanın ardındaki hakikati kavramanın mukaddimesi olan tefekkür, mazinin tecrübesi olan tezekkürü ve istikbalin ufkunu elde etmeyi temin eden tedebbürü işlevsel kılan mühim bir zihin aksiyonudur. Bu anlamda Allah Resulü (s.a.s.) Mekke’deki Hira Dağı’nda, insanlığın nereden gelip nereye gittiğine dair varoluşsal anlam krizlerini ancak tefekkürle zihninde makulleştirip çözüme kavuşturabilmiştir. Haddizatında bu yoğun anlam arayışı vahiyle taçlanmış ve insanlığın geleceği bu rahmet ve hidayet rehberiyle kıyamete kadar güvence altına alınmıştır. Bu meyanda sözü edilen asil çaba; Asr-ı Saadet’ten itibaren, ulaştığı toprakları akıl, hikmet, fıkıh, kelam, felsefe ve tasavvuf ile yoğuran, dünyanın dört bir köşesine adalet, merhamet, barış, güven gibi ilke ve değerleri taşıyan İslam medeniyetinin de nirengi noktasıdır. Dolayısıyla tefekkür, büyük bir gayretin ürünü olarak harikuladelik arz eden bu zengin müktesebatın fitilini ateşleyen ana unsurdur. Bahse konu eşsiz hazineyi kuşanıp muhkem disiplin ve kurucu metinler inşa ederek dünyanın gidişatına yön veren İslam mütefekkirlerinin varlığı da bu sarsılmaz hakikatin şahitleridir. Tüm bu gayretler, yüce kitabımız Kur’an’ın ayetlerini yeryüzü ayetleri ile birlikte tefekkür ederek tanımanın, anlama ve anlamlandırmanın ürünüdür.

Bütün değerlerini vahiy ve sahih sünnet üzerine inşa ederek büyük bir medeniyet inşa ederek yeryüzünün imarına katkı sunan Müslümanların, maalesef, modern zamanlarda tefekkür değeriyle gereği gibi irtibat kuramadıkları ortadadır. Bilgi, hikmet, marifet ve estetiğin ihmal edilmesine bağlı olarak tefekkürün kaybedildiği bu nevzuhûr durum, zihinsel bir dağınıklığı da beraberinde getirmektedir. Nitekim çeşitli teklif ve telkinlerle eşya ve olayların sebebinden ziyade neticesine odaklanan modern zaman Müslümanları; bilgiyi üretmeye, güncellemeye, değere dönüştürmeye ve hayata aktarmaya yönelik ideal perspektiften oldukça uzaklaşmışlardır. Bu itibarla bugün Müslümanların en önemli ihtiyaçlarından birisi de modern zaman yitiği olan tefekkür cevherini tekrar kazanmalarıdır.

Bu noktadan hareketle ifade edelim ki insanoğluna ait yüksek bir kabiliyet ve haslet olan tefekkür değerinin nihai gayesi hakikate ulaşmak olduğuna göre, bu ilişkiyi gölgeleyecek her türlü engelden uzak durmak biz Müslümanların mühim önceliği olmalıdır. Bu sebeple, her şeyden önce varlık, gaye, insan ve değerin anlamını örseleyen her türlü yaklaşımdan uzak kalarak; gaflet, atalet ve rehavete düşmeden bu konuda bilinçli bir tavır ortaya koymak hayati öneme sahiptir. Bununla birlikte insanın hazır bilgi kalıplarıyla yetinmeyip hakikati arama mücadelesinde her daim aktif rol alması da ideal boyutta bir tefekkür için vazgeçilemez bir zorunluluktur. Dolayısıyla kişinin, eşya ve hadisenin arkasındaki gerçekliği görüp cehalet hastalığının karşısında dik ve sağlam bir duruş sergilemesi gerekir. Tüm bunlar açıkça ortaya koymaktadır ki insana ve dış dünyaya ideal bir nizam takdim eden İslam medeniyet mefkûresini behemehâl ihya etme noktasında azami gayret sarf etmek, Müslümanlar için ihmal edilemeyecek bir şuur ve sorumluluktur.