Makale

ÜSTÜNLÜK RENKTE, TENDE VE IRKTA DEĞİL, TAKVADADIR

ÜSTÜNLÜK RENKTE, TENDE VE IRKTA DEĞİL, TAKVADADIR

Prof. Dr. Selim ÖZARSLAN

Bütün var olanların yaratıcısı ve insanlığın Rabbi olan Yüce Allah, belli bir ırkın, dönemin, mekânın Allah’ı olmayıp bütün âlemlerin Rabbi olduğu gibi O’nun son peygamberi ve son kitabı da belli bir zaman ve mekânla sınırlanmış olmayıp sınırsız ve evrenseldir. İlahi kitabın insanlar için vazettiği emir ve yasaklar bütün zaman ve mekânlar içinde uygulanma imkânına sahiptir. İnsanlığın maddi ve manevi gereksinimlerini göz önünde bulundurarak yapılanmıştır.

Bu din Allah’ın nimetlerini birilerine, belli bir ırka, soya sopa özgü kılmamış, bütün insanlığın istifadesine sunmuştur. Birey ve toplumun mutluluğunu sağlayacak, onları dünya ve ahiret yaşamlarında mesut edecek genel ilkeleri insanlığa hediye etmiştir. Bu ilkelere sarıldığı zaman birey, dünya ve ahiret mutluluğuna erişecek ve Allah’ın katında üstün bir mevkiye ulaşacaktır. Allah’ın indinde üstünlük kazanmak ise takva sahibi olmaya bağlıdır.

Kur’ani bir kavram olan takva, yüce kitabımızda iyi işler yapıp kötü şeylerden sakınma anlamında kullanılır. Allah’a olan imanı ve O’na duyulan saygıyı ifade eder. (Bakara, 2/21.) Kur’an’ın indirilmesinin nedeninin insanlar arasında takvanın yerleştirilmesi olduğu belirtilmiştir. (Taha, 20/113; Zümer, 39/28.) Takva, insanı bozulmalardan kurtaracak (Neml, 27/58; Fussilet, 18.), evlilik hayatlarında (Bakara, 2/24; Nisa, 4/129.) sosyal hayatın birçok farklı veçhelerinde (Bakara, 177.), sosyal görev ve vecibelerin yerine getirilmesinde (Furkan, 25/63-74.), Allah’ın emirlerinin yerine getirilmesinde yardımcı olacaktır. İnsanı takvayı benimsemeye sevk eden saik, Allah’ın rızasını kazanma (Bakara, 2/207; Nisa, 4/114.) O’na daha yakın olma (Âl-i İmran, 3/13.), O’nun cemalini görme ve O’nun onayını alma isteğidir.

Günahlardan uzak durarak cehennem ateşiyle arasına bir engel koyma olarak tarif edilen takva (Razi, Fahreddin, et-Tefsirü’l-Kebir, (Mefatihu’l-Gayb), Beyrut, 1990, XVII, 101.) Allah sevgisine engel olacak şeylerden nefsi koruyarak Allah ile insan arasında sevgi ve dostluğun oluşması ve devam etmesi olarak da anlaşılmıştır. Kur’an’da da belirtildiği gibi bu tanım ahlaki ve dinî bir boyut içermektedir. Takvanın aslı, önce Allah’a ortak koşmaktan/ şirkten, sonra kötü ve günah olan davranışlardan, daha sonra günah olma olasılığı bulunan amellerden sakınmak; en son olarak da faydasız ve lüzumsuz olan şeyleri de terk etmektir. (Kuşeyri, Abdulkerim, Kuşeyri Risalesi, Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul, 1981, 243.) Takva sahibi birey; Allah’ı birleyerek iman eden, kendisiyle ilahi azap arasına ibadet ve taat kalkanını koyarak kendisini azaptan koruyandır. Biz bunu ahlaki sorumluluk bilinciyle hareket ederek Allah’ı görüyormuş gibi davranışlarına yön veren kişi olarak da ifade edebiliriz.

Kur’an’a göre muttaki (takva sahibi) bireyler Allah dostlarıdırlar. (Enfal, 8/34.) Buna göre inananlar ve muttakiler dost/veli olma niteliğine sahiptirler. Başka bir ifadeyle Allah’ın dostu olan bireyin en önemli özelliği inançlı ve muttaki olmasıdır. Takva sahibi ise gereğince Allah’ın azabından sakınan ve O’na karşı saygılı olan bireydir. Takva insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: “Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurat, 49/13.) ayeti buna işaret etmektedir.

İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) de takvanın önemine, kendisine yöneltilen “İnsanlar arasında en büyük kerem sahibi kimdir?” sorusuna, “Takvada en ileri olanlardır.” (Buhari, Enbiya, 8,14,19.) şeklinde cevap vererek değinmiştir. Bilindiği gibi kerem; cömertlik, kolayca verme, yardımseverlik anlamlarına geldiği gibi şeref ve itibar anlamına da gelir. (Cürcanî, Kitabü’t-Ta’rifât, 184.) Buradan takva sahibi insanın, insanlara karşı iyiliksever ve aynı zamanda da değerli ve onurlu bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Ali de “Dünyada insanların efendisi cömert olanlardır; ahirette insanların efendisi takva sahibi olanlardır.” (Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, 246.) diyerek takvanın önemine temas etmiştir.

Takva kavramı Müslüman toplumun sayı ve keyfiyet bakımından gelişmesine paralel olarak, gittikçe gelişen bir anlam alanına sahip olmuş, içeriği zenginleşmiştir. Böylece takva bütün iyilikleri kapsayan bir isim olmuştur. Kur’an’da takva özellikle Maide suresinin 8. ayetinde, adaleti de içine alan yüksek bir ahlaki erdem olarak gösterilir. Toplumsal hayatın düzeni için adaletin gerekliliği göz önünde tutulacak olursa, bu ayete göre takvanın, yalnızca bireysel ve vicdani fazilet değil aynı zamanda toplumsal düzenin de bir gereği olduğu belirginlik kazanır. Bu bakış açısı yani takvanın toplumsal boyutuna vurgu, başka ayetlerde de gözlenir. Söz gelimi Bakara suresinin 237. ayetinde takvanın, bağışlama ve feragati de kapsayan oldukça geniş ahlaki içeriğine işaret edilmiştir.

Takva, iman ve davranıştır/salih ameldir

Takva, iman ve salih amelle doğrudan ilişkilidir. Bunlar arasındaki münasebet, içlem ve kaplam arasındaki ilişki gibidir. “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (Bakara, 2/177.)

Andığımız ayette Kur’an takvayı altı sıfatla nitelemektedir. İman, bireysel ve toplumsal hayatlarıyla özgürlükleri baskı altında tutulan ihtiyaç sahiplerine severek harcamak; dikey boyutla yatay boyut arasında “bağ” durumunda olan ibadetleri ifa etmek, antlaşmaları yerine getirmek ve bunlara bağlı kalmak, güç ve zor durumlarda sabretmek, doğru olmak… Dolayısıyla takva, iman ve davranıştır. Başka bir deyişle takva, iman ve salih amelden meydana gelmektedir. Salih amelin ise sınırı yoktur. Birey ve toplumun yararına olan bütün iyi eylem ve davranışları içerisine alır.

Kur’an’da takva sahibi/muttaki bireylerin yukarıdakilerden başka özelliklerine de değinilmektedir. Buna göre takva sahibi birey, Allah’a inanan, namazını kılan, infak eden, infakını hem darlıkta hem de bollukta yapan, öfkesini yenen, insanları bağışlayan, Allah’ı sürekli anan, hatasında ısrar etmeyen, tevbeye devam eden, ihsan sahibi olan, geceleri kalkıp ibadet eden, her hak sahibine hakkını veren kimsedir. (Bakara, 2/1-5; Âl-i İmran, 3/134-135; Zariyat, 51/15-19.)

Dinde tek değer ölçüsü: Takva

Dinî açıdan insanı değerlendirmede ana ölçü, onun rengi, teni, mensup olduğu soyu, sopu, milleti değil, takvasıdır. İslam, insanın bizzat kendisinin bir değer olduğunu her defasında ortaya koyma gayreti içerisinde olmuştur. İnsanın varoluş gayesi, kendini ve âlemi bilmesi, yaratanını tanıması, eşyanın hikmetini ve hakikatini kavramasıdır. İnsan ancak bu gayesini gerçekleştirebildiği ölçüde mükemmel olabilir.

İslam anlayışına göre, sonsuz güç ve kudret sahibi olan yüce Allah, insanoğlunu en güzel bir biçimde yaratmış (Tin, 95/1.), ona şan ve şeref vermiş (İsra, 17/70.), ruhundan ona üflemiş (Hicr, 15/29.), yeryüzünü insana boyun eğdirmiş (Mülk, 67/15.), saymak istersek sayamayacağımız kadar çok nimetleri (İbrahim, 14/34.) insanın emrine amade kılmıştır.

Bütün bu nimetlerle donatılan insandan istenilen ise yaratılış gayesine uygun olarak yetişmesi, insanları sevmesi ve sevilmesi, merhamet eden, diğer insanlarla iyi geçinen ve kendisiyle iyi geçinilen olması, bunlarla birlikte kendisiyle, aile bireyleriyle, içinde yaşadığı toplumla, milletiyle ve kısacası bütün insanlıkla barışık olmasıdır. Ancak bu özelliklere sahip bireyler, Kur’an’ın istediği mümin insan sıfatına sahip olabilirler.

İman ve takva sahibi bireyler ise Allah’ın hoşnutluğunu kazandıkları gibi insanların beğeni ve takdirlerine de mazhar olurlar. Bu beğeni ve faziletin kaynağı hiç şüphesiz onların bütün işlerinde takvalı olmaları, kendilerine, diğer insanlara ve Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olmalarıdır. Nitekim şu hadis-i şerif bu durumu destekler niteliktedir: “Ne bir Arab’ın Acem’e ne bir Acem’in Arab’a takvadan başka hiçbir üstünlüğü yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.) Demek ki takva insanı değerlendirmede biricik, tek değer ölçüsüdür. Bu ölçü Kur’an tarafından konulmuş (Hucurat, 49/13.), Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından da yürürlüğe geçirilmiştir. Nitekim İslam dinine göre insan, “Yaratılmış varlıkların en şereflisi/eşref-i mahlûkattır.” Bundan dolayı insan şahsiyetine saygı duyulmasını emretmektedir. Bu, herkesin hem dinî hem ahlaki vazifesidir. İsra suresinin 70. ayetinde bu gerçek vurgulanmaktadır: “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık.” (İsra, 17/70.) İnsan rengi, teni, yaşadığı coğrafyaya göre şerefli kılınmamış, özü yani insan oluşu itibarıyla şerefli kılınmıştır.

Buraya kadar andığımız yüksek dinî ve ahlaki nitelikleri bünyesinde barındırarak kendilerini her türlü kötü eylem ve davranıştan koruyan kimseler yani bireysel manada takvaya ulaşan bireyler, bu kadarla kalmamalı, toplum katmanlarını oluşturan diğer insanların da yüksek ahlaki niteliklerle donanmasını sağlamak için gayret sarf etmelidirler. Yani bireysel takva, toplumsal takvaya dönüşmelidir. Kendileri için uygun gördükleri iyilik ve güzellikleri, çevrelerinde bulunan en yakın bireylerden başlamak suretiyle bütün toplum üyeleri için de istemelidirler. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda “Hiçbiriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.” (Buhari, İman, 7; Müslim, İman,71.) buyurmuşlardır.

Ekonomik, sosyal ve kültürel hayatta takvalı olmaya çalışmak, Kur’an tarafından teşvik edilen bir erdemdir. Bireysel ve toplumsal hayatlarında bu Kur’ani ve aynı zamanda da ahlaki ilkeye uygun eylem ve davranışlarda bulunan bireyler çoğaldıkça son zamanların en buhranlı dönemini yaşayan dünyamız ve dolayısıyla insanlık rahat bir nefes alacaktır umudundayız.

Neticede takva bir hayat tarzıdır; onu fert olarak kendi yaşamlarında uygulamaya geçirenler kurtuluşa erecekleri gibi toplumsal hayat biçimlerine dönüştüren sosyal gruplar da ilelebet mutlu ve huzurlu yaşayacaklardır.