Makale

EKMEĞİ “NÂN- I AZİZ” BİLELİM

EKMEĞİ “NÂN- I AZİZ” BİLELİM

Fatıma Güner

Eskiden insanlar yerde bir ekmek parçası gördükle­rinde üç kere öpüp başı­na koyar, sonra yüksekçe bir yere kaldırırlardı. Ekmeğin yerde olması, ayaklar altında kalması rahatsız ederdi. Yer sof­rasında yemek yenildiği zaman sofraya ekmek konulur diye üze­rine basıp geçmek ayıp, âdeta günah kabul edilirdi. Ekmeğin kırıntılarını dökmemek, sofrada bırakmamak, mümkünse par­mak ile toplayıp yemek tavsiye edilirdi. Çünkü o “nân-ı aziz”di.

Kültürümüzde ekmek, nimetin sembolü olagelmiştir. Bu ka­bul, dilimize yansımış; çalışan insanlar için “ekmek parası ka­zanmak”, iş yerleri için “ekmek teknesi” ifadelerini kullanmak yaygınlaşmıştır. Osmanlı yeme içme kültüründe de ekmek, sa­dakati ve bağlılığı simgeleyen bir yiyecektir. Kendilerine veri­len ekmeği yiyenlerin, ekmeği veren kişiyle şahsi bir bağ kur­duğuna inanılmaktadır. Hatta Osmanlı metinlerinde geçen “tuz ekmek hakkı” deyişi bu du­rumu ifade eder.

Ekmek, çarşı ve pazarlardaki fı­rınlarda veya evlerde bulunan tandır ve ocaklarda pişirilmek­teydi. Ekmek; nimetin sembolü, beslenmenin kaynağı olarak çok kıymetliydi. Öyle ki Osmanlı’da bizzat padişahlar fırınları de­netlerdi. Kaynaklarda yer alan bazı bilgilere göre Fatih Sultan Mehmet, bazen resmî olarak, bazen de tebdil ¡kıyafetle Un- kapanı’ndaki, Kapal ıçarşı’daki esnafı sık sık dolaşarak devle­tin koyduğu kanunlara uyulup uyulmadığını kontrol etmişti. 1774-1789 arasında Osmanlı tah­tında bulunan I. Abdülhamid de sık sık esnafı denetleyen padi­şahlardandı. Sultan I. Abdülha­mid, tebdil¡kıyafet ile fırınlara gider; ekmeğin ağırlığını, ren­gini, içine konulan maddeleri kontrol ederdi. Kanunnamelere göre, “Unun ince elekten elen­mesi, ekmeğin tamamen piş­mesi ve beyaz olması, kokusu­nun olmaması” gerekmekteydi. Ekmek üzerinde hile yapılması, affedilemeyecek bir suç olarak görülürdü.

Selçuklu döneminde de benzer uygulamalar vardı. Fırınlar de­netlenmekte, fırıncıların başka işle uğraşmalarına izin veril­memekteydi. Selçuklu devri kaynaklarında, usulüne uygun olarak pişirilen bir ekmeğin lez­zetinden ve güzel kokusundan övgüyle bahsedilmiştir: “Ekmek ümidiyle armağan olarak su getirdim fakat ekmeğin kokusu beni cennetlerin başköşesine götürdü”; “Ekmeğin güzelim kokusu, beni ekmeğe ulaştırdı; ekmeği yiyince de can mülküne ulaştım.” Buna mukabil, bayat ve hastalık geçirmiş buğdaydan yapılan ekmeğin hiç de makbul olmadığı anlaşılmaktadır.

Ekmek, yemekle o derece bü­tünleşmişti ki dönemin kay­naklarında pek çok kez nimet kelimesi yerine kullanıldığı, bazen de nimet kelimesiyle bir­likte zikredildiği görülmektedir: İnsanoğlu her şeyden önce ek­meğe düşkündür çünkü ekmek, canın direğidir. Ekmeği atmak, kuru diye beğenmemek nan­körlük olarak vasıflandırılmıştır. Nitekim Farsçada ekmek anla­mına gelen nân ile kûr (kör) keli­melerinden türetilmiş olan nânkûr (nankör), “gördüğü iyiliği unutan” manasına gelmekteydi. Görüldüğü üzere ekmek, sadece yemeğin yanında yenilen bir be­sin değil, yerleşik hayata geçtik­leri an itibarıyla Türkler için gı­danın özünü oluşturmaktaydı.

Günümüzde ise maalesef ne ek­meği yerde gören öpüp kaldırı­yor ne de ekmekler, içinde katkı maddesi olmadan tüketiciye ka­vuşturuluyor. Ekmek bir sembol olsa bile semboller eskisi kadar değer görmüyor. Anlam dünya­mızın içi boşaltılmış gibi...

Dinimizde büyük bir günah, kültürümüzde ayıp olarak ka­bul edilen israf, ekmek israf edildiğinde daha bir can yakıcı oluyor. İnsanlar, ihtiyacından fazla satın alıp ekmeği bozul­maya, küflenmeye terk ederek hem başkasının hakkına girmiş

oluyor hem de ekmeği israf ediyor, çöpe atıyor. Bir rivayete göre, Hz. Muhammed (s.a.s.) eve girdiğinde, yere atılmış bir ekmek parçası gördü. Onu yer­den alıp sildikten sonra yedi ve “Ey Ayşe! Değerli olan şeye say­gı göster. Çünkü ekmek parçası hangi topluluktan/kavimden nefret etmiş/kaçmış ise katiyen bir daha onlara dönmemiştir.” dedi (İbn Mâce, Et’ime, 52). Burada Hz. Peygamber, ekmeğin israf edilip ona gereken saygının gösterilmemesi hâlinde ekono­mik sıkıntı çekileceğine işaret etmektedir.