DON KİŞOT’U KİM DELİRTTİ?
Emin GÜRDAMUR
Don Kişot kimdir? Şövalye hikâyeleriyle aklını bozarak bir dizi gülünç maceraya atılan ve kendisini dünya çapında rezil eden La Manchalı bir ihtiyar mı, yoksa Cemil Meriç’in ifadesiyle insanların zincire vurulmasına tahammülü olmayan tek başına bir hakikat kahramanı mı? Miguel de Cervantes, 1605 yılında eserinin ilk cildini yayımladığında ne yaptığının pekâlâ farkındaydı ama romanının sonraki yüzyıllarda kült bir metne dönüşeceğini, hatta modern roman için milat kabul edileceğini muhtemelen hayal etmiyordu.
Kabul etmeliyiz ki Don Kişot’u ortaya çıkaran süreç oldukça ilginçtir. Cervantes’in romanın yayımlanmasından otuz dört yıl önce, yani 1571 yılında gerçekleşen İnebahtı Savaşı’nda bir Türk güllesinin isabet etmesiyle sol elini kaybettiğini, bu olay yüzünden sonraki yıllarda “İnebahtı’nın sakatı” diye anıldığını biliyoruz. Peki, Cervantes’in Haçlı Donanması’nın içinde ne işi vardı? Kaynaklar, 1569’da Madrid’de üniversite okuduğu sene bir arkadaşını yaraladığı için hakkında tutuklama kararı çıkan Cervantes’in İtalya’ya kaçtığını, suçunu affettirmek ve eski sagınlığını kazanmak için donanmaya katıldığını, savaşta elini kaybedip göğsünden yaralandığını yazıyor. 1575’te yine Akdeniz’de bir İspanyol savaş ge- misindeyken bu defa Deli Memi Reis adlı bir Türk korsana esir düşen Cervantes, Cezayir’de beş yıl esaret hayatı yaşayacak, daha sonra beş yüz altın fidye karşılığında serbest kalacaktır.
Yazarın “Nuh’un gemisi”ne benzettiği Cezayir, gerçekten de o yıllarda her milletten insanın yoğun olarak yaşadığı kozmopolit bir yerdir. Zindanlarıyla meşhur Cezayir’de esirler gün içinde serbestçe dolaşabiliyor, Hristiyan esirler ise Beylerbeyi Zindanı’nda olduğu üzere iç avludaki küçük kiliselerde ibadetlerini yerine getirebiliyordu. Cervantes,
“Cezayir Zindanları” eserinde dönemin atmosferini genişçe anlatmıştır. Yazarın Müslümanlarla tanışıklığı ise Cezayir esaretinden öncesine, daha büyük ve trajik bir hikâyeye dayanır: Cervantes, Katolik İspanya’nın Müslümanlara yönelik büyük bir katliama ve sürgüne imza attığı karanlık çağın çocuğudur.
Don Kişot şüphesiz dünyanın en çok okunan ama en çok yanlış anlaşılan romanıdır. Roman, bir bütün olarak semboldür. Onu kendisinden önceki metinlerden ayıran hususların başında, ilk kez bir yazarın okuru hayal etmesi, onunla konuşması, bazen onun adına kendini yadsıması gelir. Kahramanın bütün saflığına, cesaretine ve adalet anlayışına rağmen efsaneleş- tirilmemesi, modern dönemle kucaklaşmasını kolaylaştırmıştır. Cervantes, devrinde iyice çığırından çıkan popüler şövalye romanlarıyla alay ederken kendi kahramanını korunaklı bir yerde tutmaz. Baştan sona onu da alay edilmeye müsait kurgular. Geçtiğimiz aylarda yaşamını yitiren kuramcı Harold Bloom, Don Kişot’un her okur için farklı bir anlam ihtiva ettiğini, en seçkin eleştirmenlerin bile kitabın temel özellikleri üzerinde mutabakata varamadığını söyler. Bloom’a göre esere dair en içsel olayı Unamuno keşfetmiştir: Don Kişot, Yahudiler ve Araplar gibi sürgündür. Ama bu daha çok içsel bir sürgünlüktür. (Harold Bloom, Batı Kanonu, İstanbul, İthaki, 2018. s.137.) Uzun yıllarını başka kültürlerle iç içe yaşayan Cer- vantes’in, çağına yönelik derin bir eleştiri olarak Don Kişot’u ortaya koyduğunu savunanların sayısı hiç de az değildir.
Don Kişot’un çoğulculuk yanlısı mesajlar ihtiva ettiğini savunan Fransız Müslüman düşünür Roger Garaudy, yazarın yer yer Müslümanlara sataşmasının arkasında Engizisyon karşısında kendisini koruma refleksinin yattığını ifade eder. Cervantes eserinde bir başka kritik tavra imza atar ve romanın ikinci yazarı olduğunu açıklar. La Manchalı Don Kişot’un hikâyesini Arap tarihçi Seyyid Hamid Badincani’den aldığını söyler. Metin, Toledo’nun bir Yahudi mahallesinden satın alınmış ve Kastilyalı bir Morisko’ya yani Müslümana tercüme ettirilmiştir. Bu bölümün ne kadar gerçek ne kadar kurgu olduğu önemli değildir. Modern edebiyat, bu tavrı üst kurmacanın ilk örneklerinden sayar. Garaudy ise Cervantes’in bu iki göndermeyi kasten yaptığına emindir. Çünkü İspanya, Müslümanları sürgün ederek gerçek ruhundan uzaklaşmış, âdeta aklını yitirmiştir. Hatta Cervantes’in eserde otuz yedi yerde Seyyid Hamid’i anması, bunların otuzunun 1615’te yani Müslümanların sürgün kararının alındığı 1609’dan sonra çıkan ikinci ciltte yer alması Garaudy için katiyen tesadüf değildir. Cervantes’in gerçek düşüncelerini saklamak için kimi yerde Arap yazara kızması da bir tedbir yöntemidir. Garaudy, bu tutumu eserin içinde yer alan şu ironik cümleyle ilişkilendirir: “Açıkça günah işleyen olmaktansa, riyakâr olmak evladır.”
Yazar böylece mesajının, Engizisyon tarafından sansürlenmesine mani olmuştur. Kaldı ki bütün çabasına rağmen, ülkesinde Cervantes’e hep şüpheyle bakıldığını, mühtedileriyle meşhur Cezayir macerası sonrası bir türlü güven telkin edemediğini biliyoruz.
Peki, çoğu insanın büyük bir yanlış anlamayla güldürü zannederek okuduğu Don Kişot için Garaudy’nin “üstadım” demesinin sebebi yalnızca içinde şifrelenmiş derin Endülüs ruhu mudur? Bunun cevabını kendisinden dinlemekte yarar var: “Don Kişot, tarihteki sahte gerçekten daha doğrudur. Gerçek doğru, hayata bir anlam kazandırır, yeni bir hayatın temelini atar. O yüzden Don Kişot, Jül Sezar’dan daha fazla gerçektir. Jül Sezar benim için nedir? Sadece, tarih adı verilen kitaplarda var olan biri. Don Kişot ise sanki sahte gerçeğe meydan okurcasına, hayatımızda hep yaşar ve her an yeniden doğar.” (Roger Garaudy, Don Kişot Yaşanmış Şiir, Çev. Cemal Aydın, İstanbul: TEV, 2016, s. 13, 34.) Anlaşılan o ki Garaudy için eser, Aydınlanmacı, katı pozitivist istikbalin de eleştirisidir. Don Kişot’un şahsında bir yücelti olarak tecessüm eden idealizm, her çağ yeniden üretilecek, yeniden yel değirmenlerine hücum edecek ve doğal olarak geniş kitlelerce akıl dışılıkla itham edilecektir.
Bu açıdan eser oldukça ciddi, hatta dokunaklıdır; yazıldığı dönemde, yani on yedinci yüzyılın şafağında, daha doğarken kapitalizme yöneltilmiş sıkı bir eleştiridir. Mülkiyeti yadırgar, eskilerin altın çağını özlemle anar. Kanaati yüceltir. İlkeleri uğruna kalabalıkların ezberlerini reddeden Don Kişot, kendi muhayyilesinde ürettiği hakikate sadakat gösterir. Hakikate sadakat, İspanya’nın ruhuna sadakattir. Fakat romanın yazıldığı çağ, İspanya’nın ruhuna ihanet edildiği bir çağdır. Şimdi şu soruyu sormanın zamanı geldi: İspanya’nın ya da daha büyük bir parantez açacak olursak, Endülüs’ün ruhu nedir? Bunun cevabını İspanya’nın sürgün yazarı Juan Goytisolo’dan öğreniyoruz. Babası İspanya İç Savaşı’nda hapse atılan, annesi diktatör Franco’nun hava saldırısında ölen Goytisolo ülkesini terk etmiş ama sürgünde daha büyük bir İspanya keşfetmişti. Keşfettiği İspanya’da sadece Cervantes yoktu; İbn Arabi, İbn Hazm da vardı. İspanya’nın XI. yüzyıldan itibaren Müslümanların, Musevilerin ve Hristiyanların müşterek yurdu olarak doğduğunu söyleyen Goytisolo, Katolik hükümdarların tahta çıkışıyla ülkenin kendi üstüne kapandığını, birikimini surların içine hapsederek “öteki”y- le etkileşime sırt döndüğünü, böylece “bereketli yazın ürününü” mahvettiğini dile getirir. Don Kişot’un da İbn Arabi’nin de İbn Hazm’ın da melez bir birikimin ürünü olduğu, bunların evrensel kültür hazinesiyle ilişki içinde kalarak, o hazineye sahip çıkarak üretilebildiği hususunda kesin kanaate sahiptir. Bir yazının en verimli ve zengin dönemlerinde tek yönlü etkilerin veya ulusal ruhların değil çoğulcu üretkenliğin ve kargaşanın payı olduğuna dikkat çeker. (Juan Goytisolo, Yeryüzünde Bir Sürgün, Çev. Neyire Gül Işık, İstanbul: Metis, 2006, s. 91.)
Endülüs medeniyetinin kucakladığı kültürel çoğulculuk ve bir arada yaşama tecrübesi hatırlandığında gerçekten de dünyada eşine nadir rastlanır bir manzarayla karşılaşırız. Örneğin Toledo şehrinde cami, kilise ve havralar bir arada bulunmakta, din adamları birbiriy- le felsefe ve bilim alanında fikir alışverişi yapmaktaydı. Müslüman hâkimiyetindeki bölgelerde büyük özgürlüğe sahip olan Yahudiler, ticaret, dil, bilim ve diplomasi alanlarındaki yetenekleriyle öne çıkıyor, eserlerini Arapça kaleme alıyor, Müslüman idareyle uyum içinde çalışıyordu. Yarımadada kurulan İslam devletlerinin yaşadığı siyasi çalkantılar bile zengin medeniyet tecrübesinin yaşanmasına mani olmamıştır. Latince, İbranice, Arapça, İspanyolca arasındaki geçişkenlik ve bu geçişkenliğin ürettiği birikim Rönesans düşüncesinin oluşumunu doğrudan etkilemiştir. (İbrahim Kalın, İslam ve Batı, İstanbul: İSAM, 2007, s. 80.)
İçe kapanan, kaynakları kurutulan, köklerinden sökülüp ayrıştırılan ve katledilen Endülüs medeniyeti, Avrupa’nın gözü önünde cansız bir bilge olarak yere yığıldığında yarımadada tek bir kişi delirdi: Don Kişot. Garaudy’nin “entegrizm” diye tanımladığı bu kültürel intiharın en güçlü çığlığı ondan yükseldi. Ülkesine bu akıl tutulmasını yaşatan vahşete ve çılgınlığa razı olmadı. Kendi gerçeğine sımsıkı sarılan La Manchalı ihtiyar, o gerçeğin hiç kimse tarafından sonsuza değin saklanamayacağından emindi: “Bu müthiş hikâyenin yazarı. Her şeyi olduğu gibi, gerçekten bir nebze olsun ayrılmadan, bir şey ekleyip çıkarmadan, kendisine yalancı diye yapılabilecek suçlamalara aldırmadan, yazmıştır; iyi de etmiştir çünkü gerçek incelse de kopmaz ve zeytinyağının suyun üstüne çıktığı gibi daima yalanın üstüne çıkar.” (Miguel de Cervantes, Don Quijote, Çev. Roza Hakmen, İstanbul: YKY, s. 2012, c. 2, s. 501.)