Makale

SALGIN HASTALIKLAR VE TOPLU İBADET

SALGIN HASTALIKLAR VE TOPLU İBADET

Prof. Dr. Ahmet YAMAN
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İnsanın huzur ve güven içerisinde yaşamasını he­defleyen İslam’ın temel ilkelerinden biri de “hıfz-ı nefs” yani hayatı korumaktır. (Gazzâlî, el-Mustasfâ, Beyrut 1993, s. 174.) Bu ilke gereği insanın ca­nına ve vücut bütünlüğüne kastetmek dinimizce en büyük günahlardan biri olarak görül­müş, başta kişisel temizliğe ve sağlıklı beslenmeye özen gös­termek yoluyla koruyucu he­kimliğe önem verilmiş ve has­talıklara karşı şifa aranıp tedavi olunması istenmiştir. Bulaşıcı hastalıklara karşı gereken ted­birleri almak da bu kapsamda bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından emredilmiştir. “Bir yerde veba olduğunu duyar­sanız oraya girmeyin, bulun­duğunuz yerde veba çıkarsa o bölgeden de ayrılmayın!” (Buhari, Tıp, 30; Müslim, Selam, 32/92­96.) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.) “Hastalık taşıyan kişi sağlam kişinin yanına gitme­sin!” (Buhari, Tıp, 53.) talimatıyla da salgın hastalığa karşı tedbirli olunmasını vurgulamıştır. Me- dine-i Münevvere’ye gelen bir heyetle bey’atleşmesi sırasın­da bulaşıcı hastalığı bulunan bir kişiyle musafaha yapmayarak geri göndermesi (Müslim, Selâm, 36/126.) onun, toplum sağlığını korumak yönündeki kararlığını göstermektedir.

Bu bağlamda, sağlık otorite­lerince “küresel salgın” olarak ilan edilen bir hastalık zuhur edince hem kişi hem toplum sağlığını tehlikeye maruz bı­rakmamak ve bu yolla İslam’ın vazgeçilemez değerde gördüğü “hayatı korumak” ilkesini ger­çekleştirmek amacıyla salgın hastalığa yakalananların veya taşıyıcı durumda olanların top­lum içine çıkmaları ve bu bağ­lamda cemaatle namaza ve cuma namazlarına katılmaları caiz olmayacaktır. Zira toplu hâlde eda edilen bu ibadetlere katılmak için sağlıklı olmanın yanında başkasını rahatsız et­memek de dinimizde temel bir duyarlılık olarak kabul edilmiş­tir. (Buhari, Ezan, 160; Müslim, Mesa- cid, 17/68-77; Ebu Davud, Salat, 217.) Soğan ve sarımsak yiyenlerin camiye gelmemelerini isteyen Hz. Peygamber’in (Ebu Davud, Etı- me, 40.) “İslam’da zarar vermek de zarara zararla karşılık ver­mek de yoktur.” (Muvatta, Akdıye, 31; Müsned, I, 313; İbn Mace, Ahkâm, 17.) buyruğu da bunu gerektir­mektedir. Böyle bir hastalığa yakalandığını bildiği hâlde sos­yal ortamlara çıkanlar, hasta­lığın başkalarına bulaşmasına ve belki de bu sebeple ölmele­rine yol açacaklarından şu ilahi uyarıyla karşı karşıya kalacak­larını unutmamalıdırlar: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insan­ları öldürmüştür.” (Maide, 5/32.) Hz. Peygamber’in Müslümanı, başkalarına zarar vermeyen kişi olarak tanımlaması (Buha­ri, İman, 4/10; Müslim, İman, 65/162.) da bu noktada hatırlanmalıdır. Ne demek istediğimizi Şeyhü­lislam Ebussuud Efendi’nin (ö. 982/1574) birisini izinsiz olarak veba bulaşacak bir yere götü­rüp ölümüne sebep olan kişinin diyet ödemesi gerektiğini ifade eden şu fetvası açıkça ortaya koymaktadır:

“Mesele: Zeyd, Amr-ı sağîri izin­siz eyyâm-ı vebâda İstanbul’a getirip Amr tâûndan fevt olsa, veresesi Zeyd’den diyet almaya kâdir olurlar mı? Elcevab: Olur­lar.” (M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, s. 154.)

Bu minvalde özellikle yüksek risk grubunda bulunanların da toplu ibadetlere katılmama­sı önem arz etmektedir. Zira yaşlılığı, genel sağlığı ve kronik rahatsızlıkları sebebiyle risk grubunda olanların hastalıktan etkilenmeleri daha kolay ola­cağından salgının boyutlarının büyümesi söz konusu olabile­cektir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bulaşıcı hastalıklardan “aslan­dan kaçar gibi kaçılması” (Buhari, Tıp, 16.) tavsiyesi de bunu gerek­tirmektedir.

Bulaşıcı hastalık tehlikesinin bütün bir toplumu ve hatta in­sanlığı tehdit eden küresel bir boyut kazanması durumunda kamu otoritesinin toplu alan­larda bulunmayı ve toplu faali­yet yapmayı yasaklama yetkisi yanında, toplu ibadet yapma­yı da geçici olarak durdurma yetkisi vardır. Yukarıda zikre­dilen ayet ve hadisler yanında her ne kadar bağlamları başka da olsa “Kendi kendinizi teh­likeye atmayın!” (Bakara, 2/195.) ve “Kendinizi helak etmeyin.” (Nisa, 4/29.) mealindeki ayetler, Müslümanların sorumluluğunu üzerlerine alan yetkililere bu hakkı vermektedir. Kaldı ki Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından cemaate gitmeme gerekçeleri arasında sayılan “korku ve has­talık” (Ebu Davud, Salat, 47.) pande­mi yani küresel salgın sırasında bütün topluma yönelik olarak böyle bir karar alınmasına izin vermektedir. İslam âlimlerinin benimsediği bir kurala göre kul hakkı ile Allah hakkı arasında bir tercihte bulunmak gerek­tiğinde kul hakkı tercih edilir. (İbn Abdisselam, Kavâidü’l-ahkâm, Dı- maşk 2000, I, 255; Karâfî, el-Furûk, Beyrut ts., II, 203.) Bu durumda insanın hem kendisinin hem de diğer insan hayatını koru­ması kul hakkı olduğundan, bu hak, cuma ve cemaatle namaz özelindeki Allah hakkına tercih edilir. Tıpkı içecek kadar su kal­dığında abdest veya gusülde o suyu kullanmayıp teyemmüm yapmak gibi.

Devlet yöneticilerinin bu yönde karar alabileceklerinin bir örne­ği, Hz. Ömer’in (r.a.) Şam seferi sırasında sergilediği şu davra­nışta da görülmektedir: Şam’a yaklaşıldığında orada veba ol­duğu haberini alan Hz. Ömer, Allah yolunda çıkılan gazveden geri dönülmesini emretmişti. Kendisine “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” denildiğinde de “Evet, Allah’ın kaderinden yine onun kaderine kaçıyoruz” cevabını vermişti. (Buhari, Tıp, 30; Müslim, Selam, 32/92-96.)

Salgının ileri boyutlara ulaşma­sı hâlinde böyle bir karar alına­bileceğinin bir başka delili de sahabe-i kiram uygulamaları­dır. Doğal afet veya salgın has­talık sebebiyle cemaate katıl­manın zor veya tehlikeli olduğu zamanlarda sahabe-i kiramın, ezandaki “Haydin namaza!” ifadesi yerine “Namazı eviniz­de kılın!” cümlesini okuttuk­ları bilinmektedir. (Buhari, Cuma, 12; Müslim, Salâtü’l-müsafirîn, 23, 24.) Cuma namazını kılmak üzere camiye gelmeye engel olan bir durum zuhur ettiğinde bu uy­gulamayı yapanlardan biri olan ve Hz. Peygamber’in “Allah’ım! Onu dinde derin anlayış sahibi yap.” (Buhari, Vudû, 10; Müslim, Fedâil, 138.) duasına nail olan Abdullah b. Abbas (r.a.) kendisini yadır­gayanlara şu cevabı vermiştir: “Niye tuhafınıza gidiyor? Bilin ki benden çok daha hayırlı olan bir zat (Resulüllah) bunu yaptı. Şüphesiz cuma namazı farz­dır. Fakat ben sizlerin çamura bata bata ve kaya kaya eviniz­den çıkıp gelmesini doğru bul­madım.” (Buhari, Cuma, 12; Müslim, Salâtü’l-müsafirîn, 23, 24.)

Devletin böyle bir karar alabi­leceğini gösteren bir başka ör­nek de yine Hz. Ömer’in (r.a.) hilafeti sırasında yaşanmıştır. Hicretin 18. yılında Şam-Filis- tin bölgesinde Amvâs (Amevâs ve Imvâs şeklinde de okunmuştur) vebası denen bulaşıcı bir hastalık orta­ya çıkmış ve içlerinde o bölgede görev yapmakta olan Muaz b. Cebel ve Ebu Ubeyde b. Cerrâh (r.a.) gibi büyük sahabilerin de bulunduğu yirmi beş bin kişinin vefat etmesine sebep olmuştu. İşte bu vefatlardan sonra oraya tayin edilen Amr b. el-Âs (r.a.) hastalık riski taşıyanları top­lumdan uzaklaştırarak karanti­na tedbirleri almış ve Hz. Ömer de duyunca bunu onaylamıştı. (Taberi, Tarih, Beyrut 1387, IV, 101; İb- nü’l-Cevzî, el-Muntazam, Beyrut 1992, IV, 248.) Benzer bir karantina uy­gulaması 1812 yılında baş gös­teren ve binlerce kişinin ölümü­ne sebep olan veba salgınından sonra İstanbul’da da yapıl­mıştır. Şeyhülislam Mekkîzâde

Âsım Efendi’den (ö. 1262/1846) alınan fetva üzerine padişah II. Mahmud’un emriye 1838 yılın­da bir Meclis-i Tahaffuz (Karan­tina Meclisi) kurulmuş ve buna uymayanların alacağı cezaları da içeren nizamnamesi tespit edilmiştir. (Gülden Sarıyıldız, “Karan­tina”, DİA, XXIV, 463-465.)

Burada belirtelim ki “Sizden olan yöneticilerin emirlerini yerine getirin!” (Nisa 4/59.) ayet-i kerimesi ve Hz. Peygamber’in birçok sözü yanında özellikle Veda Hutbesi’nde cennete gir­meyi sağlayan ameller arasında saydığı “devlet adamlarına itaat etmek” emri (Müsned, V, 251; Tirmi- zi, Cuma, 80.) doğrultusunda, dev­letin bu kararına uymak da dinî bir gerekliliktir.

Salgın hastalıkların cemaat hâ­linde yapılan ibadetlere etkisi konulu bu yazıyı bir tespit ve bir dua ile bitirelim: Asr-ı saadet ve sahabe-i kiram dönemlerine ait olup yukarıda ancak bir kıs­mına yer verebildiğimiz bilgi ve uygulamalara dayanan İslam âlimleri, toplu hâlde eda edilen ibadetlere katılmak için sağ­lıklı olmanın yanında başkasını rahatsız etmemenin de gerekli olduğunu belirtmişlerdir. (Serah- sî, el-Mebsût, İstanbul 1983, II, 22-23; Kâsânî, Bedâi, Beyrut 1974; I, 258; Şirbînî, Muğnî, Beyrut 1994, I, 474, 537; İbn Âbi- dîn, Reddü’l-Muhtâr, Beyrut 1992, I, 661.)

Takdir ettiği her hastalığın şi­fasını da yaratan (Buhari, Tıp, 1; Ebu Davud, Tıp, 1; Tirmizi, Tıp, 2.) Şâfî Teâlâ’dan niyazımız, Hz. Pey- gamber’den öğrendiğimiz gibi şudur: “Ey Allah’ım! Ey insan­ların Rabbi! Sıkıntıyı gider, şifa ver. Şifayı veren ancak sensin. Senin vereceğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hastalıktan geriye hiçbir şey bı­rakmasın.” (Buhari, Tıp 37.)