SALGIN HASTALIKLAR VE TOPLU İBADET
İnsanın huzur ve güven içerisinde yaşamasını hedefleyen İslam’ın temel ilkelerinden biri de “hıfz-ı nefs” yani hayatı korumaktır. (Gazzâlî, el-Mustasfâ, Beyrut 1993, s. 174.) Bu ilke gereği insanın canına ve vücut bütünlüğüne kastetmek dinimizce en büyük günahlardan biri olarak görülmüş, başta kişisel temizliğe ve sağlıklı beslenmeye özen göstermek yoluyla koruyucu hekimliğe önem verilmiş ve hastalıklara karşı şifa aranıp tedavi olunması istenmiştir. Bulaşıcı hastalıklara karşı gereken tedbirleri almak da bu kapsamda bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından emredilmiştir. “Bir yerde veba olduğunu duyarsanız oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde veba çıkarsa o bölgeden de ayrılmayın!” (Buhari, Tıp, 30; Müslim, Selam, 32/9296.) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.) “Hastalık taşıyan kişi sağlam kişinin yanına gitmesin!” (Buhari, Tıp, 53.) talimatıyla da salgın hastalığa karşı tedbirli olunmasını vurgulamıştır. Me- dine-i Münevvere’ye gelen bir heyetle bey’atleşmesi sırasında bulaşıcı hastalığı bulunan bir kişiyle musafaha yapmayarak geri göndermesi (Müslim, Selâm, 36/126.) onun, toplum sağlığını korumak yönündeki kararlığını göstermektedir.
Bu bağlamda, sağlık otoritelerince “küresel salgın” olarak ilan edilen bir hastalık zuhur edince hem kişi hem toplum sağlığını tehlikeye maruz bırakmamak ve bu yolla İslam’ın vazgeçilemez değerde gördüğü “hayatı korumak” ilkesini gerçekleştirmek amacıyla salgın hastalığa yakalananların veya taşıyıcı durumda olanların toplum içine çıkmaları ve bu bağlamda cemaatle namaza ve cuma namazlarına katılmaları caiz olmayacaktır. Zira toplu hâlde eda edilen bu ibadetlere katılmak için sağlıklı olmanın yanında başkasını rahatsız etmemek de dinimizde temel bir duyarlılık olarak kabul edilmiştir. (Buhari, Ezan, 160; Müslim, Mesa- cid, 17/68-77; Ebu Davud, Salat, 217.) Soğan ve sarımsak yiyenlerin camiye gelmemelerini isteyen Hz. Peygamber’in (Ebu Davud, Etı- me, 40.) “İslam’da zarar vermek de zarara zararla karşılık vermek de yoktur.” (Muvatta, Akdıye, 31; Müsned, I, 313; İbn Mace, Ahkâm, 17.) buyruğu da bunu gerektirmektedir. Böyle bir hastalığa yakalandığını bildiği hâlde sosyal ortamlara çıkanlar, hastalığın başkalarına bulaşmasına ve belki de bu sebeple ölmelerine yol açacaklarından şu ilahi uyarıyla karşı karşıya kalacaklarını unutmamalıdırlar: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür.” (Maide, 5/32.) Hz. Peygamber’in Müslümanı, başkalarına zarar vermeyen kişi olarak tanımlaması (Buhari, İman, 4/10; Müslim, İman, 65/162.) da bu noktada hatırlanmalıdır. Ne demek istediğimizi Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin (ö. 982/1574) birisini izinsiz olarak veba bulaşacak bir yere götürüp ölümüne sebep olan kişinin diyet ödemesi gerektiğini ifade eden şu fetvası açıkça ortaya koymaktadır:
“Mesele: Zeyd, Amr-ı sağîri izinsiz eyyâm-ı vebâda İstanbul’a getirip Amr tâûndan fevt olsa, veresesi Zeyd’den diyet almaya kâdir olurlar mı? Elcevab: Olurlar.” (M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, s. 154.)
Bu minvalde özellikle yüksek risk grubunda bulunanların da toplu ibadetlere katılmaması önem arz etmektedir. Zira yaşlılığı, genel sağlığı ve kronik rahatsızlıkları sebebiyle risk grubunda olanların hastalıktan etkilenmeleri daha kolay olacağından salgının boyutlarının büyümesi söz konusu olabilecektir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bulaşıcı hastalıklardan “aslandan kaçar gibi kaçılması” (Buhari, Tıp, 16.) tavsiyesi de bunu gerektirmektedir.
Bulaşıcı hastalık tehlikesinin bütün bir toplumu ve hatta insanlığı tehdit eden küresel bir boyut kazanması durumunda kamu otoritesinin toplu alanlarda bulunmayı ve toplu faaliyet yapmayı yasaklama yetkisi yanında, toplu ibadet yapmayı da geçici olarak durdurma yetkisi vardır. Yukarıda zikredilen ayet ve hadisler yanında her ne kadar bağlamları başka da olsa “Kendi kendinizi tehlikeye atmayın!” (Bakara, 2/195.) ve “Kendinizi helak etmeyin.” (Nisa, 4/29.) mealindeki ayetler, Müslümanların sorumluluğunu üzerlerine alan yetkililere bu hakkı vermektedir. Kaldı ki Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından cemaate gitmeme gerekçeleri arasında sayılan “korku ve hastalık” (Ebu Davud, Salat, 47.) pandemi yani küresel salgın sırasında bütün topluma yönelik olarak böyle bir karar alınmasına izin vermektedir. İslam âlimlerinin benimsediği bir kurala göre kul hakkı ile Allah hakkı arasında bir tercihte bulunmak gerektiğinde kul hakkı tercih edilir. (İbn Abdisselam, Kavâidü’l-ahkâm, Dı- maşk 2000, I, 255; Karâfî, el-Furûk, Beyrut ts., II, 203.) Bu durumda insanın hem kendisinin hem de diğer insan hayatını koruması kul hakkı olduğundan, bu hak, cuma ve cemaatle namaz özelindeki Allah hakkına tercih edilir. Tıpkı içecek kadar su kaldığında abdest veya gusülde o suyu kullanmayıp teyemmüm yapmak gibi.
Devlet yöneticilerinin bu yönde karar alabileceklerinin bir örneği, Hz. Ömer’in (r.a.) Şam seferi sırasında sergilediği şu davranışta da görülmektedir: Şam’a yaklaşıldığında orada veba olduğu haberini alan Hz. Ömer, Allah yolunda çıkılan gazveden geri dönülmesini emretmişti. Kendisine “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” denildiğinde de “Evet, Allah’ın kaderinden yine onun kaderine kaçıyoruz” cevabını vermişti. (Buhari, Tıp, 30; Müslim, Selam, 32/92-96.)
Salgının ileri boyutlara ulaşması hâlinde böyle bir karar alınabileceğinin bir başka delili de sahabe-i kiram uygulamalarıdır. Doğal afet veya salgın hastalık sebebiyle cemaate katılmanın zor veya tehlikeli olduğu zamanlarda sahabe-i kiramın, ezandaki “Haydin namaza!” ifadesi yerine “Namazı evinizde kılın!” cümlesini okuttukları bilinmektedir. (Buhari, Cuma, 12; Müslim, Salâtü’l-müsafirîn, 23, 24.) Cuma namazını kılmak üzere camiye gelmeye engel olan bir durum zuhur ettiğinde bu uygulamayı yapanlardan biri olan ve Hz. Peygamber’in “Allah’ım! Onu dinde derin anlayış sahibi yap.” (Buhari, Vudû, 10; Müslim, Fedâil, 138.) duasına nail olan Abdullah b. Abbas (r.a.) kendisini yadırgayanlara şu cevabı vermiştir: “Niye tuhafınıza gidiyor? Bilin ki benden çok daha hayırlı olan bir zat (Resulüllah) bunu yaptı. Şüphesiz cuma namazı farzdır. Fakat ben sizlerin çamura bata bata ve kaya kaya evinizden çıkıp gelmesini doğru bulmadım.” (Buhari, Cuma, 12; Müslim, Salâtü’l-müsafirîn, 23, 24.)
Devletin böyle bir karar alabileceğini gösteren bir başka örnek de yine Hz. Ömer’in (r.a.) hilafeti sırasında yaşanmıştır. Hicretin 18. yılında Şam-Filis- tin bölgesinde Amvâs (Amevâs ve Imvâs şeklinde de okunmuştur) vebası denen bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkmış ve içlerinde o bölgede görev yapmakta olan Muaz b. Cebel ve Ebu Ubeyde b. Cerrâh (r.a.) gibi büyük sahabilerin de bulunduğu yirmi beş bin kişinin vefat etmesine sebep olmuştu. İşte bu vefatlardan sonra oraya tayin edilen Amr b. el-Âs (r.a.) hastalık riski taşıyanları toplumdan uzaklaştırarak karantina tedbirleri almış ve Hz. Ömer de duyunca bunu onaylamıştı. (Taberi, Tarih, Beyrut 1387, IV, 101; İb- nü’l-Cevzî, el-Muntazam, Beyrut 1992, IV, 248.) Benzer bir karantina uygulaması 1812 yılında baş gösteren ve binlerce kişinin ölümüne sebep olan veba salgınından sonra İstanbul’da da yapılmıştır. Şeyhülislam Mekkîzâde
Âsım Efendi’den (ö. 1262/1846) alınan fetva üzerine padişah II. Mahmud’un emriye 1838 yılında bir Meclis-i Tahaffuz (Karantina Meclisi) kurulmuş ve buna uymayanların alacağı cezaları da içeren nizamnamesi tespit edilmiştir. (Gülden Sarıyıldız, “Karantina”, DİA, XXIV, 463-465.)
Burada belirtelim ki “Sizden olan yöneticilerin emirlerini yerine getirin!” (Nisa 4/59.) ayet-i kerimesi ve Hz. Peygamber’in birçok sözü yanında özellikle Veda Hutbesi’nde cennete girmeyi sağlayan ameller arasında saydığı “devlet adamlarına itaat etmek” emri (Müsned, V, 251; Tirmi- zi, Cuma, 80.) doğrultusunda, devletin bu kararına uymak da dinî bir gerekliliktir.
Salgın hastalıkların cemaat hâlinde yapılan ibadetlere etkisi konulu bu yazıyı bir tespit ve bir dua ile bitirelim: Asr-ı saadet ve sahabe-i kiram dönemlerine ait olup yukarıda ancak bir kısmına yer verebildiğimiz bilgi ve uygulamalara dayanan İslam âlimleri, toplu hâlde eda edilen ibadetlere katılmak için sağlıklı olmanın yanında başkasını rahatsız etmemenin de gerekli olduğunu belirtmişlerdir. (Serah- sî, el-Mebsût, İstanbul 1983, II, 22-23; Kâsânî, Bedâi, Beyrut 1974; I, 258; Şirbînî, Muğnî, Beyrut 1994, I, 474, 537; İbn Âbi- dîn, Reddü’l-Muhtâr, Beyrut 1992, I, 661.)
Takdir ettiği her hastalığın şifasını da yaratan (Buhari, Tıp, 1; Ebu Davud, Tıp, 1; Tirmizi, Tıp, 2.) Şâfî Teâlâ’dan niyazımız, Hz. Pey- gamber’den öğrendiğimiz gibi şudur: “Ey Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Sıkıntıyı gider, şifa ver. Şifayı veren ancak sensin. Senin vereceğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hastalıktan geriye hiçbir şey bırakmasın.” (Buhari, Tıp 37.)