Makale

ÇÖL ASLANI DEMİR YUMRUĞA KARŞI

ÇÖL ASLANI
DEMİR YUMRUĞA KARŞI

Koray ŞERBETÇİ


Ömer Muhtar, Libya denilince ilk akla gelen kişidir. Adı neredeyse mücadele kelimesiyle aynı anda anılan bir kahramandır. Ama asıl soru, kuru bir ansiklopedi maddesi okumanın ötesinde düşmanının bile takdirini kazanan bu Müslüman önderin hayat serüveninin nasıl şekillendiğidir.
Ömer Muhtar, Kuzey Afrika’da Mağrip diye adlandırdığımız bölgenin bir ülkesinde takvimler 1862 senesini gösterirken Libya’nın Defne bölgesindeki Butnân’da gözlerini dünyaya açtı. O devirde Libya’nın sosyal iklimi bir kabileler örgüsüydü. Ömer Muhtar da ülkenin en büyük Arap kabileleri arasında sayılan Menife’ye ve onların içinden Gays ailesine mensup olarak başladı hayatına.
Ömer Muhtar’ın hayat serüvenine başladığı onda dokuzu çöllerle kaplı olan bu ülke insan ruhuna âdeta melankolik şiir fısıldayan bir coğrafya idi. Peki onun ruh coğrafyası nasıl şekillenmişti?
Ona ilk eğitimini babası vermiş ardından tahsil için kardeşi Muhammed ile birlikte Senûsîler’in Zenzûr Zaviyesine gitmişti. Buradaki eğitiminden sonra, Senûsîyye’nin kurucusu Muhammed b. Ali es-Senûsî’nin 1859’da vefatından kısa bir süre önce yerleşip merkez zaviyesini faaliyete geçirdiği Cağbûb kasabasına gitti ve orada aldığı sağlam İslami eğitimi tamamladı. Yani ruhunu Kur’an-ı Kerim eksenine yerleştiren Ömer Muhtar, sağlam iman ve ilim iksiri ile yaşadığı sert ve melankolik coğrafyanın zorluklarının üstesinden gelecek bir ruh inşa etmişti.
Ömer Muhtar, artık bir eğitimciydi. Bir din âlimi olarak ülkesinin pek zor şartlar altında yaşayan insanlarının arasına koştu. İslam coğrafyasının kıyısında kalan bu ülkede coğrafya kadar sosyal hayat da zordu. XVI. asırdan beri bölgeye hâkim Osmanlı Devleti’ne doğrudan değil dolaylı olarak bağlı bir vilayet olan Libya, sıkı bir devlet inzibatından çok kendi sosyal şartlarına tabi idi.
Ömer Muhtar, 1897’de, Cebelülahdar’daki kabilelerden Osmanlı Devleti’ne genelde tam itaat göstermeyen Merc kasabası yakınındaki Ubeyd kabilesine ait Kasûr Zaviyesi’ne şeyh tayin edildi. Kabileleri inancın iyileştirici özellikleri ile aşılamak ve onlara bir hedef vermek amacıyla harekete geçti. Bu kabileyi kısa zamanda Osmanlı idaresine yaklaştırdı. Durmadı, buradaki diğer Arap kabileleri arasında devam eden kavgaları da sona erdirdi. Kabile toplumunun ayırıcı doğasını İslam’ın birleştirici nefesiyle bir araya toplamaya çalıştı.
Örneğin Ubeyd kabilesini cihat hareketinin öncü kuvveti olacak şekilde eğitti. Sosyal dokuya katmaya çalıştı, maya kısa sürede karşılık buldu. Zira o, bölgedeki çocuklara İslami eğitim veriyor, yolculara ve çevredeki fakirlere ikramda bulunuyor ve daha da önemlisi ahalinin günlük işlerine yardımcı olarak doğrudan onların yaşamına giriyordu. Bu feragat ve gayreti hemen fark eden çölün samimi insanları, ona günden güne artan bir saygı ve sevgiyle bağlanmaya başladılar.
Kara günler başlıyor
Kendisi Kufra şehrinde önemli bir toplantıya çağırıldığında yirminci asır başlayalı on bir yıl geçmişti bile. XX. asır gergin başlamıştı. Çünkü dünyada Avrupa ülkelerinin günbegün artan sömürgecilik arzularını dindirecek toprak parçası neredeyse kalmamıştı. Büyük devletlerin birbirleriyle yarışması yetmezmiş gibi yarışa yeni katılanlar da oluyordu. Bunlardan birisi de İtalya idi. Asırlardır mikro devletler kataloğu olarak kalan İtalya, Fransız İhtilali’nde esmeye başlayan rüzgâra uymuş ve ulusal birliğini tamamlamıştı. Ama diğer Batı devletlerinin yaptığı gibi mamur olmak için gözlerini dünya haritasında gezdirip sömürülecek bir toprak aramaya başlamıştı. Nihayetinde de buldu: Tam karşı kıyıda yer alan Libya.
Libya o yıllarda iç politik çekişmelerle bir hayli güçten düşen Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetindeydi. Bu güçten düşüş Osmanlı Devleti’nin İtalyan emperyalizminin bu azgın iştahına karşı Libya’yı savunma imkânlarını neredeyse tümünden elinden almıştı.
İşte Ömer Muhtar Kufra’daki toplantıya bu nedenle çağırılmıştı. O dönem Senûsîlerin fiili lideri durumundaki Ahmed Şerîf es-Senûsî’nin, 27 Eylül 1911’de İtalya’nın Osmanlı Devleti idaresindeki Trablusgarp vilâyetine çıkarma yapması üzerine nasıl bir tavır takınılacağını kararlaştırmak için bütün kanaat önderlerini Kufra’ya davet etmişti.
Ömer Muhtar toplantıya kaygılı geldi. Çünkü daha önce Kuzey Afrika’nın İslam beldeleri Fas, Tunus, Cezayir ve Mısır’ın üzerine karabasan gibi çöken sömürgecilik şimdi de son kalan özgür beldeyi yani Libya’yı yutmak istiyordu.
Toplantıda direniş kararı çıktı. Ömer Muhtar da bu doğrultuda harekete geçti. Medresesini dağıttı ve artık ilmen öğrendiği cihadı fiile dökmenin gerçekliğini gösterdi. Hemen Cebelülahdar’a döndü ve Ubeyd kabilesini cihada hazırlayıp onlardan 1000 kişilik bir mücahit birliği kurdu.
Türklerle birlikte direniş
İngiliz ve Fransız hükümetlerinin desteğini arkasına alan İtalya, saldırıya Adriyatik Denizi’nde bulunan bazı Osmanlı gemilerini batırarak başladı. 30 Eylül 1911’de ise asıl hedefleri olan Trablusgarp’a yöneldiler. Osmanlı güçleri, ellerindeki eski silahlarıyla şehri savunmaya çalışsa da başarılı olamadılar.
İtalyan ordusundan daha az sayıda olmasına rağmen Osmanlı kuvvetleri karşı saldırıya bile geçti. İtalyan ordusu, bu çarpışmada ağır kayıplar verdikten sonra geri çekildi. Ama bu arada yeni gelişmeler de yaşanıyordu. Libya’daki sayıca az Osmanlı kuvvetleri belki İtalyan saldırganlığını durduracak gibi görünmüyordu fakat bu toprağın çocuklarının ruh mayası esareti kolay kolay kabul edemezdi.
Mücadele olanca şiddetiyle sürerken Trablusgarp’a gizlice giden gönüllü Türk subaylarının faaliyeti başladı. Kurmay Binbaşı Enver (Enver Paşa), Mustafa Kemal, Fuat Bulca, Nuri Conker ve Fethi Okyar gizlice Trablusgarp’a ulaşanlar arasındaydı. Komutanlar, vakit kaybetmeden bölgedeki kuvvetleri örgütledi ve İtalya’ya karşı saldırıya geçti. Direniş hareketi, İtalyanların beklemedikleri kadar güçlüydü.
İşte Ömer Muhtar İtalyanlar’a karşı ilk saldırıda bulunan bu birlikler arasında yer aldı. Ama 1912’de başlayan Balkan Savaşları’nda Bulgar ordusu İstanbul kapılarına dayanınca, Osmanlı Devleti 1912’de Uşi Antlaşması imzalamış ve askerî kuvvetlerini buradan çekmişti. Ama direniş bitmedi. Ömer Muhtar, Berka bölgesinin kumandasını üstlendi.
Avrupa’da da işler iyi gitmiyordu. Sömürgeci Batı devletleri bu kez silahlarını birbirlerine doğrultmuşlardı. 1914’te I. Dünya Savaşı başladı. Osmanlı Devleti, dönemin yöneticilerinin tecrübe eksikliği nedeniyle Ekim 1914’te savaşa dâhil oldu. I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Osmanlı tekrar Libya’ya döndü. Osmanlı Harbiye Nezareti, Libya’da direnişi tekrar örgütlemek için bazı subaylarını gönderdi. Ömer Muhtar, Türk subaylarının yeniden örgütlediği direnişte gene en etkin figür oldu. İdris es-Senûsî tarafından direniş hareketinin kumandanlığına getirildi. Cebelülahdar’a geldiği yıllardan itibaren başta Enver Paşa olmak üzere Türk subaylarından aldığı bilgiler ışığında emrine verilen gönüllüleri sayıları 100 ile 300 arasında değişen birliklere ayırdı, kabileleri de üç ayrı bölgede teşkilâtlandırdı.
Sömürgecilere teslim olmadı
I. Dünya Savaşı Osmanlı’nın mağlubiyeti ile sonuçlanınca Libya artık tek başına kalmıştı. Ömer Muhtar direnişin komutanı olarak, yaklaşık yirmi yıl süren savaş süresinde halkı örgütleyerek İtalyanlara baskınlar düzenleyerek çarpışmaları sürdürdü.
Fakat İtalya’nın siyasal iklimi savaştan sonra değişmişti. 1922 yılında Benito Mussolini önderliğinde Ulusal Faşist Partisi yönetimi ele geçirmiş ve İtalya’yı adeta demir bir yumrukla yönetmeye başlamıştı. Mussolini’nin Faşist ideolojisi, “Demiri olmayanın ekmeği de olmaz” ilkesi ile ancak güçlünün haklı olacağına inanırdı. En büyük ütopyası garibanları Collesium’da ya aslanlara yedirip ya da birbirine kırdırarak eğlenen Roma İmparatorluğu’nu diriltmekti.
İşte şimdi Ömer Muhtar’ın karşısında İtalyan sömürgeciliğini daha da azgın hâle getiren İtalyan faşizmi vardı. Aslında bir âlim olan Ömer Muhtar, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra eldeki kıt imkânları daha doğrusu imkânsızlığı kullanarak işgalcilere kök söktüren askerî bir dehaya dönüşmüştü. Ömer Muhtar’ı aşamayan Mussolini, 1930’da bölgeye acımasız Graziani’yi komutan olarak atadı. Bir yıl geçmesine rağmen sonuç alamayan Graziani, Mussolini’nin de onayıyla Libya Müslümanlarına karşı kanlı bir fırtına estirdi.
Masum halk toplama kamplarına kapatıldı, Roma İmparatorluğu’nun M.Ö 128’de Britanya’da yaptırdığı Hadrianus duvarı taklit edilerek ülke tel örgülerle açık hava hapishanesine dönüştürüldü, sivil yerleşimleri İtalya hava kuvvetlerince yerle bir edildi. Ama Graziani, Müslüman direnişini kırmak için gaddar yöntemler uyguladıkça, karşısında Ömer Muhtar’ın cesur mücahitlerini buluyor ve ağır kayıplar veriyordu.
Aslında Libya’daki savaş sadece İtalyanlar ve Libya halkı arasındaki bir mücadele değildi. Hakkı önceleyen bir iman anlayışı ile gücü önceleyen bir dünya görüşünün savaşıydı. Bu minvalde birinciler maddeten kaybetse de kazanıyor, ikinciler maddeten kazansa da kaybediyorlardı.
Ömer Muhtar Müslüman bir askerî lider olarak savaşırken ülkesinin ve insanlarının inancını, onurunu ve özgürlüğünü korumak için cihat ettiğinin bilincinde, İslam’ın ahlak ilkelerine göre mücadele ediyor, düşmanlarıysa kazanmak adına kendi topraklarından çıkan Makyevelli’nin dediği gibi onurlu bir milleti esir etmek adına her türlü aracı meşru görüyorlardı.
Ömer Muhtar, bu mücadelelerin birinde 11 Eylül 1931’de Slunta bölgesinde İtalyanlarca pusuya düşürüldü, yaralandı ve yakalandı. Çöl Aslanı, burada yani Slunta’da savaş esirleri kampında çıkarıldığı sözde mahkemede idama mahkûm edildi. Mahkeme kararınca 16 Eylül 1931’de idam edilen Ömer Muhtar, tüm ömrünü imana, birleştirmeye ve zulme karşı mücadeleye vakfetmiş ve sonunda şehadet mertebesine ulaşmıştı. İdam edilmeden önce işgalcilere karşı haykırdıkları nasıl bir iman ve şeref abidesi olduğunu özetler gibiydi:
“Biz asla teslim olmayız. Ya kazanırız ya ölürüz. Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız. Bana gelince, ben cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım.”