Makale

DOSTUN ÖLÜMÜ

DOSTUN ÖLÜMÜ

Abdulbaki İŞCAN

Kasvetli bir kış günü vurulduk, bir zemherinin kucağında yüreğimizden vurulduk. Bedenimize bütün bütün ağır gelen bir zamanda bir afet vurdu bizi. Biz dar bir geçitte, iki kere vurulduk.
Bir ayaz vaktiydi, karlar içinde canlar kıyama durmuştu. Gece bile değildi üstelik. Tespih tespih dökülen yaşlar gibi kar dört bir yanı tutmuşken, üç bin rakımlı bir geçitte, biz kaç kişiydik, kaç yerimizden vurulduk?
Dağılan ışıklara benzermiş, hızlı gelirmiş acılar. En merhametli gözlerin ucuna, en merhametli ellerin arasına, bir yetim uysallığı ile göğün yere indiği bir anda dağılarak yerleştik. Terk ettiğimiz ve bizi terk eden bütün hüzünleri yan yana hizalayıp aralarına karıştık. Dağları, yolları, arabaları, insanları ve insanların derinlerde kaybolduğu zor zamanları; çaresiz kaldığın soğuk zamanları, sisli gözlerinde uzayan bir dünya gününün donuk yanında ağrılı zamanları görerek savrulduk. Uzayan ağrılı zamanlarda mahzun bekleyişleri ve beklerken eskilerden kalma ağıtları kimse öğretmedi bize senin kadar. Biz kimseye senin baktığın kadar dokunaklı, ürkek ve teslimkârâne bakmadık. Çevirsen başını keder yine yağacak. Çevirmesen biz yine yanacağız. Bakmaktan yorulduğun anı umudun da bittiği an olarak bileceğiz. O zaman her şey tekrar başa saracak. Alışmak zaman alacak ve zaman birçok şeyi alacak. Biz sessizliğe gömüleceğiz. Zaten acıdan dilsizleşirmiş insan. Beklenmedik anlarda yüz üstü kalabiliyormuş, öylece harap olabiliyormuş işte.
İnsanı derin sularda bırakan bu bakışların olmasa muhakkak ki biz var olmayacağız. Bakmak biraz da çaresizliğe yanmaktır. Bir çocuk masumiyetiyle yalansız ve bir çocuk masumiyetiyle biçare ağlamak, biraz da ölmektir aslında. Bugünlerde ölüm ağırlığınca yığılıyor üzerimize. Bu günlerde ölüm kara kış, karanlık bir beyaz her yanımızda. Ölümü ne de çok biliyoruz bu günlerde. Buz kesmede bir yanımız, diğer yanımız alaza dönmede. Ne çok öldük. Ne çok içimiz yandı bu günlerde.
Böylesi bir ateşle közlenmişken dilimiz lâl bizim.
İnsanın dostu ölürse topyekûn her şey ölür ve her şey dost olur. Ruhtaki sızı azalır diye midir acep dostunla ölen herkes dostun olur. Naçar kaldığında, tipi boran, kızıl kıyamet dostun olur. Boyunca gömüldüğün kar, dün içtiğin çay, yediğin yemek, soluduğun hava dostun olur. Kapanan ve açılan sonra tekrar kapanan ve bir daha açılmayan kör yollar dahi dostun olur. Çevrende gördüğün ne varsa onlarla birlikte gökyüzünü dolduran feryadın dostun olur. Bir çocuğu kundaklar gibi merhametle eline aldığın, sağa sola çevirdiğin bir eşya, bir yelek mesela cepleri, düğmeleri dostun olur. Ve dünya dar olur. Yeni doğmuş bir kuzuya bakar gibi bakarsın her bir şeye. Karların arasından dostun için, dostlar bir çıkış arar ne ki bulunmaz, bulunsa da derman olmaz. Her baktığın, uzun uzun baktığın zihninde bitimsiz yer eder. Gördüğünü de göremediğini de ruhuna nakşedersin. Dar olmayan bir vakitte, dar bir geçitte, bir değil iki kere bir afetle vurulacağımızı nereden bileceksin? Artık yanında olmayanın hasretle demlenen ve parça parça tütsülenen varlığı, umutla umutsuzluk arasındaki derinliğe uzandı mı buna insan kalbi nasıl dayansın? Heybetini gökten alan yere diyeceklerin çok olur; yağan kara, doğan güneşe bir şeyler fısıldarsın. Paylaşmanın acıyı hafiflettiğini söylerler, ben onu söylemeyeceğim. Diyeceğim, artık acı dostun olmuştur; kanadı kırık kar kuşları gibi önüne serilir, ağıtlar yakarak dertleşirsin. Dokunmasalar da ağlarsın. İnsanlar koşturdukça, yoruldukça ağlarsın. Otursalar, dinlenseler ağlarsın. Konuşsalar ağlar, sussalar ağlarsın. Beyaza bürünmüş yeryüzünde siyah giyinmiş adamlar gördükçe kuytu yerler aramadan, durmadan ağlarsın.
Dar bir geçit kıyısında durdurulmuşken gönlümüz melâl bizim.
Hayatın örtüldüğü yere bakışların tükenen umutlar gibiydi, bize ağır geldi. Bir dünya gününün soğuk bir zamanında, açık denizdeki küreksiz bir tekne gibi yarım kaldık. Sen büyük bir gürültünün kenarındaydın, sessizdin. Ve sessizlik karabet oldu yıkıldı üzerimize. O hâlinle herkese aynı şeyi söyledin. Durup dururken sarf edilen cümlelerden değildi senden işittiklerimiz. Kimin diline birkaç kelime dolandıysa, ızdırabın gücüne mağlup oldu. Kimin gözü sana uğradıysa tereddütsüz orada kaldı. Orada, suskunlar yurdunda, bir afetin rengini bulmuş toprağında sanki sahipsizce kalakaldık diyorum. İçindeki deli fırtınalarla, ağıtlarla, kesik yakarışlarla öylece kaldık diyorum.
Soğuk bir kış günü, kederli bir öğle vaktiydi, toprak yüzünü göstermemişti. Bedenimiz kar tozuyordu. Birer kazma kürek olmuştu ellerimiz. Canımızı zemherinin ateşine bırakıp gözümüzü buzdan bir kuyuya çevirmiştik. Yakıcı bir beyazda sözümüz dahi boğulmuştu. Bütün harflerine sarılmıştık umudun, dudaklarımız soğuğun en kuvvetlisine değmişti. Devrilmiş kar dağlarının üstünde yüzümüz kar yanığıydı, devrilmiş kar dağlarının altında yüreğimiz elem yığınıydı. Kırk bir kişiydik, dar bir geçitteydik ve kırk bir kişiyle birlikte biz bir millettik.
Her acının öğrettiği bir şey olurmuş. Ve zaman iyileşmesi mümkün olmayan yaralara dahi şifa bulurmuş. Yani tahammülü öğrenebiliyormuş insan. Alışabiliyormuş her şeye. O yüzden “Hiçbir acı baki değildir.” derler. “Üflersin geçer. Bazılarına daha çok üflemen gerekir.” Öyle derler.