Makale

ZİHİNSEL İŞGALE KARŞI DURUŞ: HASAN EL TURABİ

ZİHİNSEL İŞGALE KARŞI DURUŞ:
HASAN EL TURABİ

Koray ŞERBETÇİ

Afrika dünyanın en mazlum kıtası. Tarih boyunca adı yoksulluk, savaş ve kölelikle anılan bir belde. Dil, kültür, tarih, yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla inanılmaz derecede zengin bir kıta olan Afrika, yükselen sömürgecilik düşüncesiyle beraber Batı tarafından âdeta talan edilmiş, boynu bükük bırakılmış bir coğrafya. Tarih, bu mazlum kıtanın yaşadığı sömürgecilik, kölelik, iç savaşlar, dış müdahaleler, açlık ve yoksulluğu ne kadar yazsa yine de kalemi, çekilen acıları ifade etmekten aciz kalacaktır.

Afrika denilince herkesin aklına ilk sırada sırf derileri farklı bir renkte olduğundan dolayı aşağılanarak köleleştirilen insanlar gelmektedir. Bu gayet doğal. Çünkü eldeki veriler göstermekte ki XV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar yedi ila on iki milyon insan yakalandı, gemilere istiflendi, yeni dünya adı verilen Amerika kıtasına götürülüp tıpkı bir eşya gibi satıldı. XIX. ve XX. asırlarda insan hakları düşüncesinin dünya çapında yükselmesi de durumu pek değiştirmedi. Bu kıtada yaşayanlar Batılılardan özgürlüklerini almak için XX. asrın ortalarına değin büyük mücadeleler verdiler. Sadece burada yaşayanlar mı? Hayır elbette. Batı ülkelerinde yaşayan Afrika kökenliler özgürlüklerini almak ve insani haklara kavuşmak için aynı acıları çektiler. Öyle ki günümüzde Fransa’nın hâlâ on dört bağımsız (!) Afrika ülkesinden koloni vergisi aldığı düşünülürse Afrika kıtası için işin, hiç de o kadar kolay olmadığı anlaşılır.

Batı, Afrika’nın geç de olsa siyasal özgürlüğünü tanıdı. Fakat kültürel olarak hiçbir zaman bu beldeyi kendisiyle eşit bir düzeyde görmek istemedi.
Tarihe baktığımızda bu özgürlük verme sürecinde trajik tiyatral hamleler de yaşanmadı değil. Örneğin Liberya Devleti’nin kurulması projesi gibi.

“Hürriyet, adaletten başka bir şey değildir.” diyen özgürlükçü ve hümanist Fransız düşünür Voltaire’in bu dünyaya gözlerini yummasından tam kırk dört yıl sonra Amerika kıtasından bazı gemiler kalktı. Köleliğin kaldırıldığı Amerika’dan denize açılan bu gemiler eski yılların tersine Afrika’ya özgürleşmiş siyah insanları taşıyorlardı. Bu arada, özgürleşmiş siyahları taşıyan bu gemiler, özgürlükçü Voltaire’in ortak olduğu ve Senegal’den, Bordeaux’ya köle ticareti yapan şirketin gemilerine benziyor muydu bilinmez ama bizim bildiğimiz, yolcularını 1822’de Afrika sahillerine sağ salim ulaştırdıklarıdır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde özgürleşmiş siyah insanlar yirmi bin kişiyi bulunca, Amerikan Devleti’nin desteğini alarak, güdümlü bir hürriyet projesi kapsamında Batı Afrika sahillerinde bir de devlet kurdular. Adı “Liberya” yani “Hürriyet Beldesi” idi. Bu özgürlükler beldesine gelen özgürleşmiş siyahlar, devlet kurulduktan sonra bölgenin yerel halkı ile etnik ve sınıf çatışmasına girdiler. Yerli halk işçi ya da köylü sınıfını oluştururken, Amerikan kökenli zenciler ise İngilizce ve Fransızca bilmeleri sayesinde Liberya’nın egemen sınıfı oldular. Tabii hemen Batılı ülkeler ve şirketlerle ilişkiler kurdular. Böylece ülke Batılı şirketlerin kauçuk, demir ve elmas gibi ekonomik değerlerini talan ettiği bir beldeye dönüştü. Bir zaman sonra ülke o hâle geldi ki başçavuşların bile darbe yapabildiği, şiddetin çalmadık kapı bırakmadığı bayağı bir özgürlük (!) sahasına dönüşüverdi.

Gayemiz Afrika tarihi anlatmak değil. Ama Afrika’dan çıkan bir fikir adamının kıymetini anlamak ve anlatmak için bu kıtanın başına neler geldiğine bakmamak olmazdı. Kısacası tarih bize göstermektedir ki Batı, önce resmen ve fiilen, ardından da ihraç ettiği ideolojileriyle Afrika kıtasının üstüne karabasan gibi çökmüştü.

İşte tam bu noktada Afrika’nın modern zamanlardaki bu işgalinin ancak zihinlerdeki özgürleşmeyle sağlanacağını söyleyen, zihinsel özgürlük için de mutlak ilahi hakikati işaret eden bir isim karşımıza çıkmaktadır: Hasan El Turabi. Afrika’ya giren Müslüman Araplar buralara Siyahların Ülkesi anlamında Biladu’s-Sudan dedikleri bir beldenin çocuğuydu kendisi. Peki ama kimdi?

Hasan El Turabi kimdi?

Hasan El Turabi, takvimler 1932 yılını gösterdiğinde Sudan’ın Kassala şehrinde doğdu. Tasavvuf yoluna bağlı bir babanın oğlu olması aile içinde sağlam bir düşünce zeminine sahip olmasını sağladı. Çalışma disiplini onun Hartum Üniversitesi bursunu kazanarak hukuk eğitimi görmesini sağladı. Hukuk fakültesini bitirince sahasında daha da ilerleyebilmek için adres belliydi: Avrupa. Zira Avrupa’nın sömürgeci ülkeleri Afrika beldelerinden fiilen gitse de zihnen ve kültürel olarak tüm güçleriyle varlardı. Yolu bir şekilde kendilerinden geçmeyen kimseye de hayat hakkı tanınmazdı. Bu sebeple Turabi de bu yolu seçti. Sudan hükümetinin desteğiyle Londra’ya gitti. Masterini burada tamamlayan Turabi, sonra Fransa’ya uzandı ve Sorbon Üniversitesinde hukuk alanında doktora eğitimi yaptı.

Turabi Avrupa’da iken geleneksel Afrika-İslam anlayışı ve seküler Batı düşüncesi arasında sarsılmadı değil. Ama bu sarsıntıyı çabuk atlattı. Doktorasını yaptıktan sonra ülkesi Sudan’a döndü.

Sudan’da yeni arayışlar

Sudan’a dönen Turabi hukuk fakültesinde ders vermeye başladı. Gayreti sayesinde bir süre sonra henüz yaşı genç olmasına rağmen dekanlığa yükseldi. Fakat o da her genç gibi önce siyasete gönül verdi.

Önce Sudan’daki Müslüman Kardeşler’in içerisinde yer aldı. Fakat fikir dünyası onu bir süre sonra tek başına hamle yapmaya itti. Bu hareketten ayrılarak Millî İslami Cephe’yi kurdu. Ülkesindeki istikrarsız siyasi duruma müdahil oldu. Bir Müslüman aydın olarak en büyük rolünü de 1958 yılının Kasım ayında oynadı. Sudan’daki askerî darbeyle yönetimi ele geçiren cuntaya karşı başlayan Ekim Halk Ayaklanmasının önderi hâline geldi. Böylece Turabi, 60’lı yıllarda Sudan’da İslami hareketin lideri oldu.

Turabi önderliğindeki İslami Hareket yavaş yavaş toplumda karşılığını bulmaya başladı. Örneğin Sudan’ın lideri Cafer Numeyri, Turabi’nin de etkisiyle Sudan’ın kurtuluşu için 1983 yılında ideolojik bir reform yaptı. Bu reformla ülke zihnen Batı etkisinden sıyrıldı ve kendi kök değerlerini benimseyen bir yapıya dönüştü.

Ama ilmî birikimi onu başka bir kimliğe büründürmekte gecikmedi; 1970’li yıllardan itibaren İslam düşüncesiyle ihyayı işaret eden bir teorisyen olacaktı.

Asıl soru, gerek düşünce gerekse politik zeminde ömrüne dolu dolu bir mücadeleyi sığdıran Turabi’nin çağın Müslümanlarına ne dediğiydi. Ama bunu anlamak için yine siyaset sahasında yaşadıklarına bakmak gerekecektir.

Sudan lideri Numeyri 1985 yılında bir darbe ile devrildi. Turabi’nin Numeyri liderliğinde hükümette görev almış olması bazı çevrelerin düşmanlığını kamçıladı ve onun aleyhinde ittifak yapıldı. 1986 seçimlerinde tüm muhalefet Turabi’ye karşı tek bir aday üzerinde anlaştı ve Turabi liderlik yarışını kaybetti.

Ama Turabi geliştirdiği Millî Selamet Devrimi Düşüncesi’nin entelektüel mimarıydı. General Ömer el Beşir yönetime geçince onun fikirlerini hayata geçirmeye çalıştı. Özünde bir politikacı değil fikir adamı olan Turabi, ilmin haysiyeti gereği yanlışları söylemeye başlayınca kısa sürede yeni düzenin akıl hocası konumundan katı muhalifi konumuna girecekti.

Düşünce sistemi

Turabi’nin düşünce sisteminin temeli, hayatın getirdiği sorunların çözümünde ve seküler Batı düşüncesinin okumalarına karşı yeni bir İslami dil oluşturmaktı. Düşüncesinde özellikle sömürgeciliğinin yol açtığı tahribatı açıklamaya çalışan ve bu tahribatın oluşturduğu bunalımdan çıkış yolu gösteren yaklaşımları yetersiz bulmaktaydı. Ona göre, Müslümanlar bir iç zaaf hâlini yaşıyordu. Bu nedenle düşmanların kolay hedefi oluyorlardı. Müslümanların dünyada daha sağlam durabilmesi için evvela kendi sorunlarını doğru anlamaları gerekiyordu. Bunun için de yeni bir yaklaşıma ihtiyaç vardı. Çünkü Batılı düşüncelerin Müslüman toplumların sorunlarını çözmesine imkân yoktu. Müslümanların ihtiyaç duyduğu bu yeni yaklaşım, Kur’an ve sünnet eksenli naklî bilgiler ile akli bilgileri harmanlayacak bir yaklaşım olmalıydı.

Turabi’ye göre, bu sadece Sudan’ın meselesi değildi. O, İslam ümmetini ayrılıktan koruyacak olan en önemli ögenin Müslümanların kolektif aklı ve vicdanı olabileceğine işaret ediyordu.
Modern çağın yıkıcı taarruzuna karşı Müslümanların bu meydan okumaya cevap vermek için İslam’dan hareket etmeleri gerekti. Bu da ancak tüm Müslümanların bir tecdit yani yenilenme hareketine yönelmeleriyle gerçekleşebilirdi. Bu da dinî ilimler ile pozitif bilimleri birleştirerek mümkün olabilirdi. Müslümanlar, içtihat yoluyla dinî anlayışı geliştirmeli, cihat yoluyla da dinî pratiği korumalıydı. Bu konuda her Müslüman birey başkasına gözlerini dikmemeli, kendi payına düşen belli bir yükümlülüğü omuzlamalıydı.

Turabi son asırda İslam dünyasındaki tartışmalarda da ara yolu bulmuştu. Ona göre ihya ile tecdit aynı şey değildi. İhya, önceki bir şeyi diriltmek, tecdit ise yenilik meydana getirmekti. Gerçek bir yenilik hareketi, bünyesinde her ikisini de barındırabilmeliydi. Nasıl evrenin özü ilk maddeden günümüze sürekli gelişerek ve sürekli hâl değiştirerek geliyorsa, din de özü baki kalmak kaydıyla sürekli inkişaf eden bir olguydu. Müslümanlar bunu anladıklarında çağın seküler meydan okumasına cevap verecek hâle gelebileceklerdi.

Kısacası Hasan El Turabi, Siyahların Ülkesi anlamında Biladu’s-Sudan dedikleri bir beldeden seslendi tüm İslam âlemine. Mücadele dolu yaşamında tek derdi de bu oldu.

Son asrın Müslüman öncülerinden, başta Sudan olmak üzere, Afrika ve İslam dünyasındaki İslami dinamizmin öncü figürlerden biri olan Hasan Abdullah el Turabi’nin Şubat 1932’de başladığı mücadele dolu dünya hayatı, 2016’da bir kalp krizi sebebiyle nihayet buldu ve ebedî âleme irtihal etti.