Makale

UYUMSUZLUK KUYUSU

UYUMSUZLUK KUYUSU

H. Havva ERGÜN

Dünya nüfusu yaklaşık yedi milyar. Bu insanların çok büyük bir bölümü, muhtemelen öldükten bir nesil sonra hatırlanmayacak. Zaten öleceğimizi ve büyük olasılıkla bir nesil sonra hatırlanmayacağımızı düşününce, bugün kaygılandığımız pek çok konunun bir anlamı kalmıyor aslında. “Şöyle yapsam insanlar ne der, şunu desem insanlar benim hakkımda ne düşünür?” gibi kaygılar, bizi yaşadığımız toplumla uyumlu olmaya yöneltir ama kendimizi ortaya koyma cesaretimizi de köreltir aynı zamanda.

Dünya bize uyumlu olmayı telkin eder, çünkü beynimizin var olmasının asıl amacı bizi hayatta tutmaktır ve bunu çevremize uyum sağlayarak yaparız. Beynimiz, bizi koşullarla uyumlu hâle getirmek için inanılmaz aygıtlarla donatılmıştır. Uyum, bizi yaşadığımız toplumun içinde kendimizi güvende ve evde hissetmemizi sağlar, kendimizi yalnız hissetmez ve kolektif bilince dâhil olmanın avantajlarını kullanırız. Toplum bireye, bireyin ihtiyaç duyduğu aynayı da verir; çünkü insan kendisinin bir kısmını başkalarından öğrenir. İnsan kendisine erişemez çoğu zaman, zihninde bile bazı bölgeler kişinin erişimine kapalıdır. İnsan kendi kalbine dokunamaz mesela; böbreğine, ciğerine, dalağına… Onu ancak bir cerrah görebilir. İnsan kendi dişini çekmekten acizdir, daima başkalarına muhtaç, daima ötekiyle ilişki içinde yaşayacaktır; aciz doğmuştur ve aciz ölecektir. İnsan bedenini yansıtacak aynalar kadar, ruhunu yansıtacak aynalara yani öteki insanlara da muhtaçtır.

Peki, “öteki” bozuksa ve aksimi yamuk gösteriyorsa, onun gözünde adım bir deliye çıkıyorsa? Aksimi bir suya mı düşürmeliyim? Kendime âşık olur muyum ben de Narcissus gibi? Öyle olsa bile bu platonik bir aşk olurdu. Kendime asla kavuşamazdım çünkü kendimle aramda başkalarının sesleri, başkalarının düşünceleri, başkalarının değer yargıları olurdu. Kendimle baş başa kalsam, en ufak bir suskunlukta “herkes” korosu şarkıya başlar ve benim nasıl biri olmam gerektiğini söylerdi. Deli ilan edilen kişi, topluma yansıyan aksine baksa, orada gerçekten bir deli görür.

Bir rivayete göre insan her gün görüştüğü beş kişinin toplamıymış. Bu varsayım karamsar bir tablo çiziyor aslında. Çevremizi seçme şansımız olmadığında, kim olduğumuzu biz belirlemiyoruz demek oluyor bu. İnsan geçişken bir varlık. Çevremizden etkilenmememiz mümkün değil. İnsan nasıl bir toplum inşa ediyorsa, toplum da insanı inşa ediyor. Belki de bu yüzden Allah sık sık iyilerle beraber olun diye öğüt veriyor. Üzüm üzüme baka baka kararır derler. Çocuğumuzun arkadaş seçimi onun kim olacağını büyük ölçüde belirlerken aslında kim olduğunun da ipuçlarını veriyor.

Bilirsiniz, beynimizde ayna nöronlar bulunuyor. Örneğin İtalya’da Parma Üniversitesi’nde bilim insanları 1996 yılında, makakların beyinlerinin ön lobunda farklı bir motor nöron hücresi keşfetmiş, buna da “ayna nöron” adını vermişlerdi. Bu keşif, motor nöronların, kas devinimlerini denetleyen uyartıların ötesinde bir işleve sahip olduğunu ortaya koydu. Maymunların beyin hücrelerini takip eden bilim insanları, maymunların bazı nöron aktivitelerini sadece kendi eylemleri esnasında değil başkalarının hareketlerini seyrederken gerçekleştirdiğini tespit ettiler. Bir şeyi yapmakla görmek arasındaki fizyolojik mesafe kapanmaktaydı. Açıkçası bir eylemi yaparken de görürken de aynı nöronlar aktive oluyordu. Bu bilgi cebimizde dursun.

Uyum çoğu zaman hayat kurtarır. İnsan imanı kendi iradesiyle başlatır ancak onu sürdürmekte toplum önemli bir yardımcıdır. İnsan zayıflar, unutur, yanılır. İnsanın zayıf düştüğü durumlarda toplum insana destek olur, onu tazeler ve bireyin hatalarını ayıklar. Toplumun asıl işlevi budur. Toplumlar birey üretirler, birbirine benzer ama özgün bireyler. İyi toplumlar iyi bireyler üretir, yozlaşmış toplumlarsa ancak çürümüşlüğü yayarlar.

Âl-i İmran suresinin 104. ayetinde “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten meneden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” der. Bu bana cumartesi yasaklarını çiğneyen bir halka uyarıda bulunan kişilerin kıssasını hatırlatır.

“Onlara, deniz kıyısında bulunan kent halkının durumunu sor. Hani onlar cumartesi (yasağı) konusunda haddi aşıyorlardı. Zira tatil yaptıkları cumartesi günü balıklar onlara akın akın geliyor, tatil yapmadıkları (diğer) günlerde ise gelmiyorlardı. İşte onları yoldan çıkmaları sebebiyle böyle imtihan ediyorduk. Hani onlardan bir topluluk demişti ki: ‘Siz Allah’ın helak edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?’ Onlar da ‘Rabbinize bir mazeret beyan etmek için bir de belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz.)’ demişlerdi. Onlar kendilerine hatırlatılanı unutunca biz de kötülükten alıkoymaya çalışanları kurtardık. Zulmedenleri yoldan çıkmaları sebebiyle şiddetli bir azapla yakaladık.” (Araf, 7/ 163-165.)

Saadet Devri’nde uyumlu olmak gereklidir ama aksi durumda uyum sağlamak hem bireysel hem de toplumsal açıdan bir felakettir. Yalan söyleyen bir toplumda yalan söylemeyi normal saymak bizim kişisel felaketimizdir.

Mağara Ehli kıssası da bana bu açıdan daha anlamlı görünür: “Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da, ‘Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır.’ demişlerdi. Bunun üzerine biz de nice yıllar onların kulaklarını (dış dünyaya) kapattık. (Onları uyuttuk.) Sonra onları uyandırdık ki iki zümreden hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi hesap ettiğini bilelim. Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık. Kalkıp da ‘Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başkasına asla ilah demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz. Şunlar, şu kavmimiz, ondan başka tanrılar edindiler. Onlar hakkında açık bir delil getirselerdi ya! Artık kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?’ dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik.” (Kehf, 18/10-15.)

Kehf suresinin 20. ayetinde şöyle der: “Çünkü onlar sizi ele geçirirlerse ya taşlayarak öldürürler yahut kendi dinlerine döndürürler. O zaman da bir daha asla kurtuluşa eremezsiniz.” Toplumun çoğunluğunun toplumun azınlığını bazen baskıyla, şiddetle, bazen de ayna nöronlarla asimile etme riski her zaman vardır. Eğer yozlaşmış bir toplumun bireyi isek, uyumsuzluktan ya da hicret etmekten başka seçenek kalmıyor geriye. Bütün peygamberler önce toplumunu uyarmış, Hz. Yunus’un kavmi hariç, peygamberlerin uyarılarına toplumun önemli bir bölümü kulak asmamıştır. Kur’an’da anlatılan kıssalara göre bu peygamberler, kendilerine inanan az bir topluluk ile birlikte hicret etmiş ve toplumlarını terk etmişlerdir. Bu iş tam bir Allah’a güven örneği ve kendi kıymetini ancak Allah’ın belirleyeceğine dair kuvvetli bir inancın eseridir.

Bu dünyada ancak kendimizi deneyimleyebiliyoruz, başkalarını değil. Allah’ın tuttuğu kayıt dışında hiçbir şeyin önemi yok. Yaptıklarımızı, düşündüklerimizi, hissettiklerimizi, keşfettiklerimizi değerli kılan sadece bu kayıtlardır çünkü insan, insanı gereği gibi anlayamıyor; insan, insana gerektiği gibi değer veremiyor. Dolayısıyla varoluşumuzu insana borçlu değiliz. Kıymetimizi Allah’ın ilkelerinin değil de insanların belirlemesine izin vermek, kendimize yapacağımız bir haksızlık olur. İnsanların söylediklerini merkeze alırsak, muhtemelen kendimiz olma cesaretini asla gösteremeyiz. Milyarlarca insanın önemsiz ve öldükten kısa bir süre sonra hatırlanmayacak olması, belki de Allah’ın milyarlarca insana lütfettiği büyük bir iyilik; farkında olmadan insanları, el âlemi putlaştırmaktan uzak tutuyor onları, uyumsuz olmak için gerekli cesareti içimizde bulmamıza yardımcı oluyor.

Toplum çölleştiğinde, hikâyeler ve kıssalar yetişiyor imdadımıza. Kur’an kıssaları olsun, okuduğumuz bir romandaki kahraman olsun iyilerle beraber olmak fıtratımızda var. Hikâyeler, kıssalar bize ayna oluyor aynı zamanda. Hikâyelerin aynası, insana uyumsuz olma cesareti kazandırıyor. Toplum çölleştiğinde ve su bulanıklaştığında uyumsuzluk, tertemiz bir su kuyusuna dönüşüyor, vesselam.