Makale

İMKÂN İLE İMTİHAN ARASINDA İNSAN

İMKÂN İLE İMTİHAN ARASINDA İNSAN

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

“Allah yaratan ve yarattığını yönetendir.” (Araf, 7/54.) O’nun ilmi, iradesi ve kudreti dışında evrende bir varlığın olması söz konusu değildir. Bu yüzden hiçbir varlık hikmetsiz ve başıboş yaratılmış değildir. Evrendeki varlıkların en şereflisi olan insanın bu ilkenin dışında kalması asla düşünülemez. Bu doğrultuda olmak üzere “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (Kıyamet, 75/36.) uyarısı insanın kesinlikle boş yere yaratılmadığı ve kendi başına bırakılmayacağını ifade eder. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56.) ayeti ise onun yaratılış sebep ve hikmetini bize bildirir.

Ancak insan akıllı ve iradeli bir varlık şeklinde yaratılmasının gereği olarak kendisine farklı gayeler ve yaratılış hikmetleri biçerek başka birtakım hedeflere yönelebilmektedir. Söz gelimi “…Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.” (Araf, 7/30.) mealindeki ayette insanların kendilerine verilen iradelerini nasıl yanlış yolda kullandıklarının resmi çizilmektedir. Bu karar ve davranışlarıyla onlar, iyi iş yaptıklarını zannederler ama yanıldıklarını ahirette bütün yaptıklarının boşa gittiğini görüp anlayacaklardır. (Kehf, 18/104.)

İnsanı böylesi yanılgıya iten hususlar; şehevi arzuları, biriktirdiği mal ve mülkün gözünü kamaştırması ve ne oldum sevdasına düşmesidir. (Âl-i İmran, 3/14.) Bunun sonucunda öyle bir noktaya gelir ki biriktirdiği mal ve mülkün kendisini ebedî kılacağını, etrafını kuşatanlar sayesinde hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini zanneder; öldükten sonra da kemiklere, yok olan et ve derilere bakarak bu dünya dışında bir hayatın olmadığı, zaten bu çürümüş kemiklerin toplanıp bir araya getirilmesinin de imkânsız olduğu vehmine kapılır. (Hümeze, 104/2-3, Beled, 90/5, Kıyamet, 75/3.) Hâlbuki insan, yukarıda belirtildiği gibi özel bir amaç doğrultusunda yaratılmış, kendisine doğru yol gösterilmiş ve yanlış yollara gitmemesi tembih olunmuştur. Öte yandan insana tanınan özel imkânlar onun bu özel gayesine matuf olarak kendisine tahsis edilmiştir. (İbn Rüşd, el-Keşf, Beyrut 1402/1982, s. 134.)

Biri bedenî diğeri ruhi olmak üzere insana iki boyutlu imkân tanınmıştır. İnsan bedeni, diğer varlıklara göre birtakım özel donanıma sahiptir. Her ne kadar öteki canlılara göre bazı eksiklikleri var ise de ruhi özellikleri ile bunu telafi edecek durumdadır. Bu imkânlarıyla yiyecek bulmadan barınmaya, giyimden ulaşıma kadar var olan bütün ihtiyaçlarını karşılayacak, eksiklikleri ve aksaklıkları giderebilecek; denizde seyahat etmekten, havada yolculuğa kadar birçok imkânsız gibi görülen hususları başaracak durumdadır. Mükemmel beş duyu insanın bedenî avantajlarını oluştururken akıl, irade, hayal gücü, düşünme kabiliyeti gibi hususlar ruhi özelliklerini meydana getirmektedir. Şu önemli bir husustur ki tek başına bedenî özellikleri veya yalnızca ruhi avantajları insana yeterli değildir. Bunların her ikisi birlikte bir bütün olarak düşünüldüğünde insan mükemmel bir varlıktır. Bu yüzden insan tarif edilirken geleneğimizde “ruh ile desteklenmiş beden” ifadesi kullanılır. Beden insanın görünen, ruh ise görünmeyen tarafıdır ve bunlar birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Bu ayrılmazlık hem dünya hayatı hem da ahiret hayatı için geçerlidir. Ayrılık ölümü getirir; yeniden diriliş ise ikisinin bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Çünkü İslam inancına göre ruh ve beden bütünlüğü bakımından dünya hayatıyla ahiret hayatı arasında bir fark yoktur. Dünya hayatında nasıl ki her iki unsur birlikte bir bütün teşkil ediyorsa, ahiret hayatı aynı şekildedir.

İnsana tanınan bedenî ve ruhi imkânların yanı sıra bütün bir âlem âdeta insanın emrine verilmiştir. Güneşin aydınlık, gecenin dinlenme, yıldızların yol ve yön tayin etme araçları kılınması; yağmurlarla türlü yiyeceklerin bitirilmesi, otlaklarda beslenen hayvanların etlerinden sütlerinden istifade edebilme yeteneğinin verilmesi insana tanınan tabii imkânlardır. Bunlar hem Allah’ın varlığının işaretleridir hem de O’nun ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarma kudretinin göstergesidir. “Ölüden diriyi çıkarır. Diriden de ölüyü çıkarandır. İşte budur Allah! Peki (ondan) nasıl çevriliyorsunuz?” (Enam, 6/95.)

İnsana tanınan bu imkânların karşılığında birtakım sorumlulukların yüklenmesi, beklenen ve olması gereken bir husustur. Ancak yukarıda geçtiği gibi insanın iradeli bir varlık oluşu, beklentilerin doğru orantılı gerçekleşmesini her zaman mümkün kılmaz. Beklenti ile insanın iradesinin çatıştığı noktada, aksi sonuçların çıkması kaçınılmazdır. İnsanın iradesini yönlendiren ise akli muhakeme neticesinde ortaya koyduğu değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmeleri şekillendiren de çevre şartlarının yanı sıra iç dünyası ile dışardan veya içerden gelen telkinlerdir. Çevre şartları, maddi olabileceği gibi beşerî ve duygusal da olabilir. İç dünyası ise açlık, susuzluk, hastalık gibi bedenî olabileceği gibi sevgi, nefret, acı, tatlı, neşe, üzüntü şeklinde duygusal ve psikolojik olabilir.

Öte yandan dışardan telkinler insanların birbirlerine dostane ve hasmane sözlü ya da fiilî tepkilerinin insanda karşılık bulmasıdır. İçerden telkin ise meleğin yönlendirici ilhamı, şeytanın saptırıcı vesvesesidir. Bütün bunlar insan ve insandan sadır olan fiil ve sözler için telkin gücü niteliğinde faktörler olarak karşımıza çıkar. Zaten Yüce Allah’ın peygamber göndermek veya melek vasıtasıyla insana olan hitabı da telkinden ibarettir. “Sen ancak bir uyarıcısın.” (Fatır, 35/23.) mealindeki ayet, peygamberin görevinin sınırlarını göstermesi bakımından önemlidir. Çünkü Allah, akıllı ve iradeli yarattığı kulundan kendi iradesiyle bir yöneliş ve tavır bekler. Başkasının zorlaması ile yapılan yöneliş, Allah’ın insandan istediği değildir. Bundan dolayı Yüce Allah “Şüphesiz biz onu (ömür boyu yürüyeceği) yola koyduk. O bu yolu ya şükrederek ya da nankörlük ederek kateder.” (İnsan, 76/3.) buyurarak insana hem emrini bildirmekte hem de ona sınırlarını göstermektedir. Çünkü insanın şükretmesinin dışında yapabileceği şey nankör olmaktır, dönüp dolaşıp geleceği yer de göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın huzurudur ve her şeyden müstağni olan Allah’ın ona ve yaptıklarına ihtiyacı yoktur. (Nur, 24/42; Âl-i İmran, 3/97.) Öyleyse insana düşen kendisine tanınan bu imkânlara karşılık, sorumluluğunu bilmesi ve bunun doğurduğu yükümlülüğünü içtenlikle ve gönüllü olarak yerine getirmesidir. Diğer bir deyişle kendisine yapılmış ilahi bir tavsiye doğrultusunda dosdoğru yola yani sırat-ı müstakime yönelmesi ve yanlış yollardan kaçınmasıdır. (Enam, 6/152.) Buna karşılık iradesini aksi yönde kullanan ve yükümlülüğünü yerine getirmeyen kişi için de bir cezanın takdir edilmesi adaletin yerini bulmasıdır. Gözlemlerimiz ve tecrübelerimiz bu cezanın bu dünyada tam olarak gerçekleşmediği yönündedir. Öyleyse mazlumun ve mağdurun hakkına kavuşması, adaletin yerine gelmesi, zalimin zulmünün yanına kâr kalmaması için bir hesaplaşma ve karşılık gününün olması gerekir. Böyle bir günün olması ihtimal dışı olmadığı gibi insan için sürpriz de olmamalıdır. Çünkü Yüce Allah gönderdiği peygamberler vasıtasıyla açıkça bunu bildirmiştir.

İbn Haldun’un dediği gibi insan için bu dünyanın son olması, yaratılmasının abes olması anlamına gelir. Eğer ölüm bir yokluk ise insanın geleceği yokluk, gidişi yokluğa doğrudur ve şu andaki varlığı da anlamsızdır. İnsanın yerini ve değerini tespite çalışan Râgıb el-İsfahânî’ye göre varlıklar içerisinde üstün olanlar can taşıyanlardır. Bunlar içerisinde de en üstün olanlar, irade ve tercih sahipleridir. Tercih sahipleri içinde de üstünlük, geleceği düşünen ve gelecekte olacaklar hakkında fikir yürüten insana aittir. Bu durumda gelecek hakkında düşünme, kaygı duyma, plan ve program yapma insanın en temel ayırt edici özelliğidir. (Isfahânî, Tafsîlü’n-neş’eteyn, Beyrut 1408/1988, s. 87-89; İbn Haldun, Mukaddime, Kahire 1401/1981, III, 1093.)

Yüce Allah, yapıp ettiklerinin bir gün önüne geleceğini bilsin, hatırlasın ve ona göre hazırlansın diye bu özelliği insana vermiştir. Aksi takdirde yani onun bu özelliğinin olmaması; binbir emek sarf ettiği, çile çektiği, türlü eziyetlere katlandığı ve üzüntüler içinde kıvrandığı dünya hayatının boş, kendisinin de hayvanlara eşit veya onlardan daha kötü bir pozisyonda olması anlamına gelir. Çünkü dünya karar kılınan bir yer değil, sadece bir uğrak alanıdır. Hâlbuki insan ebediyet için yaratılmıştır. Ebediyete gidilen yolda, ana rahmi ve dünya hayatı, birer durak veya uğrak yerleridir. İşin sonunda insan ebedî ahiret yurdunda karar kılacak ve istikrara kavuşacaktır. Ancak bu güzelliğin gerçekleşmesi, dünya hayatının yeterince ve gereği gibi değerlendirilmesine yani imtihanın kazanılmasına bağlıdır. O yüzden her namazın sonunda “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” diye dua ederiz. (Bakara, 2/201.)

Sonuç olarak insan, türlü imkânlarla donatılarak imtihan için dünyaya gönderilen akıllı ve iradeli bir varlıktır. Onun için dünya hayatı önemlidir, çünkü ahiretteki ebedî güzellik ve mutluluğu kazanması dünya hayatını değerlendirmesine bağlıdır. Eğer insan, Allah’ın verdiği imkânları ve içinde bulunduğu şartları; doğru, yerinde ve yeterli düzeyde kullanır ve gözetirse dünya imtihanını kazanır ve ahirette ebedî güzelliğe/mutluluğa erişir.