Makale

Haberin Değeri, Etiği ve Sorumluluğu

Haberin Değeri,
Etiği ve Sorumluluğu

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Haber; duyularla algılanıp nakledilen olay, ağızdan ağza dolaşan söz veya yazının içerdiği bilgi anlamına gelmektedir. Bu nedenle insan yaratılışı gereği, daima çevresinde olup biten olayları merak etmiştir. Çünkü doğal olarak her türlü etkinliğin ve hareketliliğin bir bölümünde insan unsuru yer almaktadır. Dolayısıyla haberin kaynağını oluşturan olayın şekli, zamanı, objektifliği güvenirliliği, algılanması ve diğer bir ortama taşınması hâlinde aslının korunması önem arz etmektedir. İletişim araçlarının yeterli olmadığı dönemlerde söz konusu haber ve olayların, sınırlı bir alan içinde kaldığı düşünülürse çevresini çok etkilediği söylenemez. Fakat günümüzde konu tamamen farklıdır. Dünyanın bir ucunda meydana gelen bir olay, ışık hızı gibi aynı anda, “son dakika haberi” olarak yazılı ve görsel yayın organlarına canlı biçimde yansımaktadır. Hal böyle olunca kamuoyu, haberin içeriğine ve özelliğine göre, çok hızlı bir şekilde değişmektedir. Diyanet Aylık Dergimiz Ağustos 2008 gündemini; “Medya ve Din” ana başlığıyla çok nazik ve iddialı bir konu belirlemiştir. Gerçekten bu konu, derginin içeriği açısından önemli olup doğru bilgi üzerine inşa edilerek, gündeme olumlu katkı sağlayacağını ümit ediyorum. Biz de bu bağlamda medyanın kaynağını oluşturan haberin önemi, doğruluğu, ahlâkîliği, aktarımı, yorumu ve sorumluluğu üzerinde durmaya çalışacağız.

Aslında haber, doğru bilginin özü ve güvencesidir. Onun kaynağına ve iç yüzüne ulaşmak, bir anlamda olayı aydınlatmak demektir. Biz burada haberin kelâm, hadis ve fıkıh bilimlerindeki özellikleri üzerinde durmayacağız. Daha çok günümüzdeki yazılı ve sözlü iletişim araçları açısından karşılaşılan hususlara dikkat çekmek istiyoruz. Takdir edileceği üzere dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir olayın, araştırılıp doğruluğu test edilmeden yazılı veya görsel ortamda habere dönüştürülmesi son derece riskli ve sakıncalıdır. Belki haberin kendi açısından değeri olabilir. Hatta orijinal ve dikkat çekici de olabilir. Fakat üzerinde durulması gereken asıl husus, haberin oluşmasıyla ilişkisi olan kişi veya diğer unsurların durumudur. Bunlar olayın neresinde yer alıyor? Kasıtları nedir? Zarar veya menfaat ilişkisi var mıdır? Toplumun barış ve huzurunu nasıl etkiliyor? Bu alanda benzer soruları ve endişeleri arttırmak mümkündür. Çünkü haberin az da olsa aslî biçiminden saptırılması yahut yazılı ve görsel basına duyurulmasıyla ok yaydan çıkmış sayılır. Şayet haberin özünde; hata ve yanlışlar varsa, fert ve toplum mutlaka bundan etkilenecektir. Artık onu onarmak, düzeltmek ve savunmak çoğu kez mümkün olamamaktadır. Çünkü her şeyden önce mağdur edenle, mağdur edilen aynı yetkiye ve imkâna sahip değildir. İş savunma ve tartışmaya kalınca, güçlü olan ipi birkaç adım önde göğüslemektedir.

Nitekim sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde kişinin taraf olduğu dava ve tartışmalarda güzel söz, ifade ve yazıyla kendisini savunması ve aklaması, onun tamamen haklı olduğu anlamına gelemeyeceğini açıklamışlardır: “Ben de insanım, siz benim önümde birbirinizi dava ediyorsunuz. Belki içinizden biri, davasını ötekinden daha güzel anlatabilir. Birinin konuşması ötekinden etkili olabilir. Ben onun sözüne bakarak, bir Müslüman’ın hakkını ona vermiş olursam bilsin ki o, ateşten bir parçadır. Artık onu ister alsın ister bıraksın.” (Buhari, Şehadat, 27)

“Hak Dini Kur’an Dili” isimli tefsiriyle, Cumhuriyet döneminde bilim, din ve kültür hayatımıza ışık tutan merhum Elmalılı Hamdi Yazır da; haberin değeri ve dışarıya yansımasıyla ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: “İnsanlar kendilerine emniyet veya havfe müteallik (korkuya ilişkin) tatlı veya acı bir emir, bir haber, bir şey geldi mi hemen neşr-ü ifşa ediveriyorlar (açıklayıp yayıyorlar), doğru mu değil mi, yahut neşrinde bir mazarrat (zararlar, sakıncalar) var mı yok mu, menafi-i umumiye nokta-i nazarından (kamu yararı bakımından) neşri caiz mi yoksa ketmi mi (gizli tutulması mı) lâzım? Düşünmeden danışmadan işa’a ediyorlar, yayıyorlar (Açığa vurup duyuruyorlar). Burada gazetecilerin de hallerine, davranışlarına ve sorumluluklarına işaret eden çok önemli bir ihtar vardır.” (Hak Dini Kur’an Dili; c. 2, s. 1402) Takdir edileceği üzere yayılan haber; bazen vahim hatalar ve sonuçlar doğurabilir. Çünkü haberi neşreden kişi, çoğu zaman olayın iç yüzünü öğrenmemiş veya olayın temelini oluşturan şartların ciddiyet ve nazikliğini incelememiştir. Böylece çoğu kez, ağızdan çıkan ve dudaklardan dökülen sözler bazen şahıs üzerinde veya mensubu bulunduğu kurum içinde telâfisi imkânsız büyük yaralar açabilir.

Bazen de haber kamu güvenliği ve yararıyla ilgili olabilir. Bu durumda da her duyduğunu haber yapmak veya dışardan niyet okumakla anlam çıkarmak, çoğu zaman toplumun zayıflamasına, düşmanın da güçlenmesine yol açabilir. Kur’an-ı Kerim de bu konuyu önemsemiş, barış ve savaş hallerinde haberlerin belli bir disiplin ve sorumluluk içinde yayınlanmasına dikkat çekmiştir: “Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hâlbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte olanları, onu anlayıp bilirlerdi…” (Nisa, 83) Görüldüğü gibi bu ayet; duydukları haberi anlayıp dinlemeden hemen yayanları, ikaz etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber döneminde bazen Müslümanların savaş anındaki iyi veya kötü durumları hakkında bir haber alınır alınmaz çevreye duyuranlar olmuştur. Oysaki böylesine olağanüstü durumlarda duydukları haberleri önce Hz. Peygambere veya diğer yetkili kişilere iletmeleri gerekirdi. Haberi alan Hz. Peygamber veya arkadaşları onu gözden geçirir, doğru olup olmadığını kontrol ederlerdi. Şayet duyurulmasında sakınca yoksa izin verirlerdi. Ancak haberin yayılması durumunda Müslümanların olumsuz etkilenme ihtimali varsa ona engel olunurdu. Hatırlanacağı üzere; İslâm tarihi açısından Uhut savaşı önemli bir dönüm noktasıdır. Müslümanlar, bu savaşın bir bölümünde ağırlıklı olarak iletişimden kaynaklanan ciddî bir tehlike, heyecan ve sıkıntı yaşamışlardı. Çünkü bu karışıklık esnasında bir düşman askeri, Hz. Peygamber (s.a.s)’in öldürüldüğüne dair bir haber ortaya atmıştı. Bu haber; Müslümanlar için âdeta bir yıkım oldu. Haberi duyan herkes büyük bir üzüntüye kapıldı. Bu üzücü haber nedeniyle Müslüman ordusunda yavaşlama ve dağılma izleri görülmeye başlandı. Oysaki Hz. Peygamber (s.a.s.), müşriklerin temenni ettiği gibi öldürülmemiştir. Ancak zor anlar yaşadığı doğrudur. Hatta vücudunda yara izleri bile vardı. Emniyet için dağın yamacındaki küçük bir mağaraya sığınma ihtiyacını duymuştu. Bir süre burada istirahat etmişti. Durumu öğrenen müminler, onun etrafında bir araya gelip yeniden toparlanmaya çalışıyorlardı. Tam o esnada, düşman safından Ebu Süfyan işin iç yüzünü öğrenmek için harp meydanını bir daha gezip dolaşıyordu. Mağaraya yaklaştığında yüksek bir sesle sormuştu: “Muhammed hayatta mıdır?” Fakat Hz. Peygamber cevap vermeyi yasaklamıştır. Aynı soruyu Hz. Ömer, Hz. Ebubekir ve diğerleri için tekrarladı. Cevap alamayınca, neşelenerek şöyle haykırdı. “Eminim ki bunların hepsi öldüler, putumuz Hübel sağ olsun.” Olayın bu bölümünü dinleyen Hz. Ömer dayanamayıp, onu yalanlamak için söylediklerinin doğru olmadığını haykırmıştır. Ancak Ebu Süfyan’ın bu sesi duyduğu fakat cesaret edip bir daha geriye dönmediği ve savaş meydanından hızlıca uzaklaştığı ifade edilmektedir. (M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, s. 168)

Daha önce de açıklandığı gibi haberin temel özelliklerinden biri de doğru ve objektif olmasıdır. Bu durumda haberi veren kişi ve bu haberi yazılı veya görsel ortamda halka ulaştıran basın yayın organının sağlam ve güvenilir olması beklenir. Çünkü bu merhaleler tamamlandıktan sonra yayınlanacak bir haberin artık geriye dönüşü kolay olmayacaktır. Gerçekten haberin kendisi kutsaldır. Ancak bu kutsalın, yanlış yerlerde, duygusal ortamlarda daha da tehlikelisi intikam malzemesi olarak kullanılması kesinlikle doğru değildir. Olayın iç yüzü, doğruluğu ve güvenirliliği araştırılıp sağlanamadığı taktirde yanlış hedefler ve adresler karşımıza çıkabilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de başkasına zarar vermemek veya alınan karardan pişmanlık duymamak için şu hatırlatmada bulunmuştur: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurat, 6)

Bu ayetten de anlaşıldığına göre, güvenilmeyen bir kimsenin getirdiği haberi esas alıp, bir başkasına karşı tavır almak hatta eyleme hazırlanmak doğru değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de, az önce ifade edildiği gibi, kendisine ulaşan haberler karşısında acele etmeyerek ihtiyatlı davranmıştır. Zira birçok haberin içinde veya taşıyanlarında dedikodu, jurnalcilik, kin ve haset bulunabilir. Bu nedenle önümüze gelen her bilgi yığının haber olarak sunulması veya ona göre kararlar alınması; tarafları dönüşü olmayan yanlışlıklara sürükleyebilir. Bu durumda yaşanan tecrübeler acı olur. Duyulacak pişmanlığın da hiçbir faydası olmaz.

Takdir edileceği üzere, çağımızda haberin ahlâkîliği, kutsallığı ve sorumluluğu, insan hakları bağlamında da önem arz etmektedir. Fakat ne yazık ki, olup biten günlük olaylar değerlendirildiğinde her şeyin yerinde ve usulüne uygun olarak geliştiği söylenemez. Çünkü dünyanın her yerinde medya, ayrı bir güç ve sektör olmuştur. Bu özelliğe ve konuma ulaşmasında politika, ekonomi, kültür ve ideoloji büyük rol oynamıştır. Hal böyle olunca söz konusu unsurlar; haberin içeriğini ve şekillenmesini etkilemektedir. Oysa ki haberde esas olan doğruluktur. Kaldı ki bazen doğru olanın da haber olarak servis edilmesi gerekmeyebilir. Çünkü bu tür olaylar ve davranışlar kişisel mahremiyet sınırları içinde olup, başkalarının haber ve yorumuna açık değildir.

Zira unutmayalım ki, özel hayatın güvence altında olması aynı zamanda bir insan hakkı sorunudur. Nitekim aynı aile çatısı altında yaşayan bireylerin bile özel yaşantılarını birlikte paylaşmanın bir sınırı vardır. Dolayısıyla sosyal hayattaki konumu ve görevi ne olursa olsun, her insanın başkalarına açmak istemediği “özel bir anı ve alanı” vardır. Durum böyle olunca hiç kimsenin özel hayatı üzerinde baskı kurulamaz. İzni olmadan onu görüntülenemez. Tehdit ve şantaj malzemesi olarak kullanamaz. Çünkü her insanın canı, malı, kanı, ırzı ve onuru koruma altındadır. Ona dokunulamaz. Özel ve gizli halleri araştırılamaz. Bu tür merak ve aşırılıklar; haber olmaktan çok bir hak ihlâli sayılmalıdır.


“Hiç kimsenin özel hayatı üzerinde baskı kurulamaz. İzni olmadan görüntülenemez. Tehdit ve şantaj malzemesi olarak kullanamaz. Çünkü her insanın canı, malı, kanı, ırzı ve onuru koruma altındadır.”