Makale

Ayla Ağabegüm ile “İnsan Yetiştirme Sanatı” üzerine…

SÖYLEŞİ

Ayla Ağabegüm ile

“İnsan Yetiştirme Sanatı” üzerine…

Ayla Ağabegüm, 1940 yılında Bilecik’te doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi (1967). İstanbul liselerinde birçok edip, yazar ve gazetecinin edebiyat öğretmenliğini yaptı. 1985-1990 yılları arası Türk Edebiyatı dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yürüttü. Özellikle “Öğretmenin Günlüğü” başlığı ile yazdığı yazıları ilgi topladı. Kendisinin, Sözle Direnmek (1992) adlı bir deneme kitabı ve Mısralarla Konuşsak isimli bir şiir kitabı bulunmaktadır.

Tanıyanlar sizi “Öğretmenler ayakta yaşlanır.” sözüyle hatırlayacaklardır. Tanımayanlar için de biz hatırlatmış olalım. Öğretmenliğin sizin yaşamınızdaki karşılığı nedir?

İnsan hayatında pek çok meslek vardır ki kimileri onu sadece görev bilinciyle yapar. Görev olarak yaptığınız işlerde yorulursunuz lakin aşkla ve heyecanla yaptığınız hiçbir işte yorulmazsınız bilakis o işi icra ettikçe ondan muazzam bir lezzet alırsınız. Benim de hayatımda seçmek istediğim mesleklerden biri doktorluk diğeri öğretmenlikti, iyi ki öğretmenliği seçmişim. Çünkü benim için öğretmenlik, hayran olduğum ve yıllarca hiç bıkmadan usanmadan aşkla yaptığım bir meslek. Öğretmenlik, eğer sevmiyorsanız, diğer meslekler gibi yorucu ve zor bir meslektir. Emekliye ayrılacağım sene çok sevimli, genç bir öğretmen arkadaşımız gelmişti okula. Daha mesleğe başladığı ilk yıl “Hocam ben ne zaman emekli olacağım.” dedi. Öğretmenliğe daha yeni başlamış birinin ilk cümlesi bu olunca öğretmenlik onun için çok zor ve belki de yapılamayacak bir meslektir. Öğretmenlik aşkla, heyecanla yapılır. Küçük yaşlarda ailenizden aldığınız sorumluluklar, okuduğunuz kitaplar, kitaplarda ya da çevrenizde karşılaştığınız saygın kişiler bu heyecanınızı ve aşkınızı diri tutar, sizi bu mesleğe sıkı sıkıya bağlar. Mesela bir gezi için bir yere gitmiştik. Ben dizlerim ağrıdığı için yüksek yerlere çıkamamıştım. Küçük bir çocuk geldi yanıma ve bana orayla ilgili bilgiler vermeye başladı. Çok güzel ve temiz yürekli bir çocuktu. Gitti bir yerden çiçek koparıp getirdi ve bana hediye etti. Çok duygulandım. İşte öğretmen; bu güzelliği koruyan, muhafaza eden kimsedir.

Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda Üsküdar Kız Lisesinde tecrübeli öğretmenlerimiz vardı ve bana kendimi çok yormamamı salık verirlerdi. Ancak yüreğimde sürekli bir koşuşturmanın içinde bulunmamı sağlayan bir heyecan vardı. Bence öğretmenlikte emeklilik ancak sağlıkla ilgili bir problemden ötürü mümkün olabilir. Hâlâ bu mesleği yapabilen bir kimse emekli olmamalı. Çünkü tecrübeli öğretmen, genç öğretmenler için bir örneklik ve önderlik teşkil eder. Öğretmenlik mesleğine âşık ve kendini adamış öğretmenlerimize sivil toplum kuruluşlarında ya da belediyelerde alanlar açılmalı ve onların insan yetiştirmeye dair tecrübelerinden istifade edilmeli.

Sanatla harmanlanmış bir ömür sürdünüz. Çeşitli konuşmalarınızda gençlerin eğitim alırken muhakkak bir sanat dalıyla uğraşmasını salık veriyorsunuz. Sanatın onların hayatlarına, düşünce dünyalarına ne tür katkıları olacaktır?

Sanatla uğraşmaları öncelikle gençlerin faydasız işlerle meşgul olmalarını engeller. Sanat, gence estetik anlayış, kavrayış kazandırdığı gibi gencin zihnini, ruhunu berraklaştırır. Gencimizi lüzumsuz ve abartılı olan her şeyden uzaklaştırır. Gençlerimizin o yüzden bir sanat dalıyla uğraşmalarını istiyor ve salık veriyorum. Onların şiir ezberlemelerini istiyorum.

Zaman değişiyor, toplumlar değişiyor ve aslında insan değişiyor. Gün geçtikçe gelecek nesillerle ilgili kaygıların ziyadeleştiğini görüyoruz. Gençlerle ilgili pek çok faaliyetin içinde yer almış biri olarak nesillerin eğitiminde ne tür adımlar atılmalı? Neleri eksik bıraktık?

Öğretmen olduğumdan bu zamana gençlik sürekli değişiyor. Acaba gençlik mi değişiyor yoksa biz mi? Bana kalırsa biz değişmiyoruz. Anne, baba ve öğretmenler olarak bizler, gençler bizim yaşadığımız devirdeki gibi olsun istiyoruz. Böyle bir istek hiç makul değil aslında. Mesela çeşitli yerlerde çeşitli konferanslar veriliyor gençlik adına ama konuşanlar hep yaşça büyük. Konuşan kişi, içerisinde bulunduğu çağı ya da gençliği, gençliğin gözünden ne kadar kavrayabilir. Dolayısıyla böylesi bir faaliyette konuşan kişi, kendisini tatmin etmiştir ama dinleyen bir genç için aynısını söylemek mümkün değildir. Bu tarz konferanslarda gençlere söz hakkı tanınmalı ve onların da görüşleri alınmalıdır. Ancak bu şekilde biz onların dünyasına yönelik bir fikir sahibi olabiliriz ve onlara yönelik çalışmaları da doğru bir zemine oturtabiliriz.

Büyükler, düşünürler, yazarlar olarak gençlerimizi anlamakta zorlanıyoruz. Hâlbuki öncelikle onlara sorular sorarak onları anlamaya çalışsak, kendi doğrularımızı ya da fikirlerimizi onlara kabul ettirmek yerine “Şöyle de düşünebilir miyiz?” gibi sorularla onlara farklı farklı düşünme yolları açsak daha sağlıklı olacağı kanaatindeyim. Çünkü o zaman genç, büyükle çatışma yerine düşünerek bir yerde doğruya yönelmiş ve onu bulmuş oluyor. Aksi takdirde kuşak ya da nesil çatışması dediğimiz sürüp gidecektir. Dolayısıyla gençlere dostça yaklaşıp, onlara sorular sorup cevaplarını sabırla dinlediğimizde birçok meselenin hallolacağını düşünüyorum.

Kültürel ve manevi değerlerimizin aktarımdaki önemine binaen dil konusunda göstermemiz gereken hassasiyet nelerdir, bir eğitimci olarak bu konuya bakışınızı bizimle paylaşır mısınız?

Dil, kültürümüzü ve medeniyetimizi oluşturan değerlerimizin yazılı ya da sözlü ifadesidir. Aslında dilimize sahip çıkmakla sadece kültür ve medeniyetimizin taşıyıcısı olan dilimize değil kültür ve medeniyetimizin kendisine sahip çıkmış oluyoruz. O yüzden öncelikle dil hassasiyeti taşıyan yazarları, şairleri okumalıyız ve hatipleri dinlemeliyiz. Çünkü dilimizin güzelliğini, inceliğini, zarafetini işte o zaman yakalamış oluruz ve dilimizi korumaya çalışırız. Biz edebiyat öğretmenleri başta olmak üzere tüm yazar, düşünür ve hatiplerin de bu hassasiyeti göz önünde bulundurması gerekiyor. Örneğin dilin önemini konuştuğum sınıflardaki talebelerimi Üsküdar’da yeni açılan ismi yabancı dükkanların sahipleriyle konuşmaları için gönderiyordum. Dilimizle birlikte kültürel değerlerimiz yaşıyor.

Ayrıca dilimiz; birliğin, beraberliğin sembolü olan değerlerin içinde en başta geliyor. Bunu da asla göz ardı etmemeli, kendi kelimelerimize döndüğümüzde özümüze dönmüş olacağımızın farkına varmalıyız.

Günümüzde medya eskisinden daha güçlü ve daha cesur. Bu gücü lehte kullanmanın yolları nelerdir? Medya ile ilişkimizi hangi zemine oturtmalıyız?

Medya, insanlar üzerinde büyük bir tesire sahip. Yayınlanan programlarda verilebilecek en küçük mesaj dahi çok büyük önem taşımakta. Örneğin öğrencilerimden biri beni aradı ve bir dizide oynadığını söyledi. Bir gün o diziyi izledim. Öğrencim, dizinin bir sahnesinde benim onlara öğrettiğim bir şiiri okuyordu, çok hoşuma gitti. Çünkü dizilere ya da filmlere izleyiciyi sıkmadan ve onlara dikte etmeden çeşitli şiirler, hikâyeler, masallar, türküler katılabilir. Bunlar hep bizim değerlerimizden unsurlardır. Değerlerimizi aktarmada bir araç olarak kullandığımızda medya lehimizde olur. Kültürel ve manevi değerlerimizin dikte edilmeden sunulduğu programlar, insanımızı daha çok sarıp sarmalar ve insanlarımızın tercihleri de bu yönde oluşur. Ayrıca gerek devletin gerek sivil toplum kuruluşlarının medyada insanların iyiliklerine, güzelliklerine yönelik yapılan programları ödüllendirme yoluyla desteklemesi gerekir. Mesela bir dizide bir çocuk kaçıyor ve camiye sığınıyor, camideki imam o çocuğu teskin ediyor ve ona sahip çıkıyor. O dizide bir imam, başka bir dizide öğretmen olabilir. Bu ve bunun gibi güzel temsillerden söz ediyorum. Çok kısa da olsa bunları dizilerin içerisine yerleştirmek dahi çok önemli.

Edebiyatın içinde hep var oldunuz. Bir dönem Türk Edebiyatı Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptınız ve “Öğretmenin Günlüğü” başlığı ile oldukça ilgi çeken yazılar kaleme aldınız. İnsanlara ulaşma noktasında sunduğu imkânlar açısından edebiyatın öneminden bahseder misiniz?

Edebiyat aslında her insana bir şekilde dokunma gücüne sahip. Bunu yaparken bir öğretmen edasıyla değil, günümüzde hayatta olmayıp ama hâlâ okuduğumuz birçok yazarın yaptığı gibi dostça bir temas söz konusu olabilir. Bu, kimi zaman bir şiirle kimi zaman bir denemeyle kimi zaman romanla ya da hikâyeyle yapılabilir. O yüzden edebiyat her insanın dünyasına girebilecek ve dokunabilecek bir mecra. Ben de edebiyatın bu gücünü kullanarak yazılar yazdım. Bahsettiğiniz “Öğretmenin Günlüğü” başlığıyla yazdığım yazılar, Türk Edebiyatı dergisinde yayımlandı. Yaşadıklarımı ve başkalarının yaşadıklarını anlattığım bu yazıları, öğretmenler ve öğrenciler çok okuyordu. Bu günlükler, özellikle öğretmenlere çok tesir ediyor, ışık tutuyordu. Biz, edebiyat yoluyla gerçekleştirdik bunu.

Yıllarca öğretmenlik yaptınız. Eğitimin değiştiren, dönüştüren gücüne inandınız. Bu inancınızı pekiştiren ve belki de sizde iz bırakan anılarınızdan bir iki tanesini sizin ağzınızdan dinleyerek bu güzel söyleşiyi noktalamak isteriz.

Okulda girdiğim sınıflardan birinde çocuklara kitap okuma etkinliği için kitap aldırıyordum ve okutuyordum. O güne kadar hiç kitap okumamış, durumu da olmayan bir öğrencimize ben kitap hediye ettim ve okumasını söyledim. Kitabı aldı ve okudu. O öğrencimle yıllar sonra vapurda karşılaşmıştım ve elinde bir kitap vardı. O gün bugündür elinden kitabı hiç düşürmediğini söylemişti.

Unutamadığım bir anım da şu: Bir gün çocuklara, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiiri konuşacağız. Herkes o sabah namazı vaktinde kalksın, o havayı teneffüs etsin, o vakitte öten kuşların sesini dinlesin, dedim. O gün sabah namazı vaktinde kalkan ve o şiiri işledikten sonra namaza başlayan bir öğrencimin annesi bana geldi, teşekkür etti ve dedi ki: “Hocam, ben nicedir namaza başlamasını söylüyordum ama bir türlü başlatamıyordum. Sizin bir sözünüzle çocuğum namaza başladı.” Bu sözü duyunca duygulandım. Sevgi ve samimiyetle söylenen sözün tesirinin ne kadar büyük olduğunu varın siz düşünün.