Makale

Gurbetten Kaçkar’a Mektup

Gurbetten Kaçkar’a Mektup

Hacer Noğman

Hayri, çocukluğunu Kaçkarların eteklerinde geçirmiş, Kaçkarların tozu toprağı içinde kardeşi Seyfi ile yetim büyümüştü. Dul Fadime’ye bir Hayri bir de Seyfi kalmıştı kocasından. Bıyıkları henüz terlemişken evlendiği eşi Hatice’yi canıgönülden seviyordu, sadakatli bir yoldaştı. İlk çocuklarına babasının adı olan Hasan ismini koydular. Ardından Hüseyin’i de kucaklarına aldılar. Geçimlerini karşıladıkları köy işleri bir zaman sonra yetmez oldu ihtiyaçlarına. Zor bela geçinmeye çalışırken bir buçuk yıl sonra bir tanıdık vasıtası ile gurbete çalışmaya gitme kararı aldı Hayri. Bu sırada Emine adındaki kızları doğdu. Çok geçmeden Hayri’ye yol göründü. Emine beşikteydi daha. Hayri, anasından, eşinden helallik alıp otogara gitti. Yanında kardeşi Seyfi vardı bir tek. Memlekette bıraktığı her şeyini önce Allah’a daha sonra ise Seyfi’ye emanet etti. Gitmekte zorlandığı, adımlarının yavaşlığından belli oluyordu. Geride bıraktıklarının ağırlığını kardeşine yüklemek bir yana onların hasretiyle yaşayacak olması yavaşlatıyordu onu. Gitmek zorundaydı; ailesi için gidiyordu, bunu defalarca söyledi içinden...
İlmek ilmek hasret işliyordu otobüsün tekerleği döndükçe. Gençliğinin baharında çıkılabilecek en uzun yola çıkıp, giyilecek en ağır hükmü giymişti belki de.
Dört mevsim geçmişti Hayri’nin gidişinin üzerinden. Seyfi, yola bakan pencereden postacıyı fark edip dış kapıya doğru yöneldi. Postacının elinde gurbetten gelen ve sayısının kaç olduğunu ancak hasret çekenlerin bildiği bir mektup vardı, en azından Seyfi böyle düşünüyordu. Postacı eve ulaştığında yüzünde hüzne bulanmış bir ifadeyle kapıyı açan Seyfi’ye selam verdi. Bakışları yerle buluştu ve ne diyeceğini kafasında toparlamaya çalıştı, kelimeleri sıraya sokamıyordu. Her zaman getirdiği mektuplardan farklı olan ve ağırlığını taşıyamadığı bu zarfı eli gitmese de Seyfi’ye uzattı.
Seyfi bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünmeye başladı. Zarfı ağır hareketlerle alırken bakışlarını bir an olsun postacıdan ayırmıyordu. Bir şeyler söylemek istese de duymaktan korktuğu sözlere karşın susmayı yeğliyordu.
Bu zarf ötekilerden farklıydı, zarfı gönderen kişi ağabeyi değildi; Hayri’nin ara sıra mektuplarında bahsettiği, çalıştığı fabrika adına gönderilmişti mektup. Zarftan çıkan kâğıdın Türkçe olmadığını gören Seyfi, postacıya meraklı gözlerle bakıyordu. Bunu çevirebilecek birini tanıyor musun, diye sordu postacıya. Hafif çatık kaşlarıyla Seyfi’ye bakan postacı derin bir iç çekti, gerek yok Seyfi kardeşim, dedi. Seyfi’nin bakışlarında şaşkınlık hâkimdi. Devam etti postacı, ağabeyin, dedi gözleri yerle buluşmadan önce. Seyfi sakinliğini korurken içini kemiren merakına yenik düşerek, e ne olmuş ağabeyime, diye sordu. Bir çırpıda çıkıverdi postacının ağzından kelimeler: “Başınız sağ olsun Seyfi, ağabeyini kaybettik.”
Şaşkınlığı gözlerinden silinmişti Seyfi’nin. Donup kalmıştı âdeta. Ne diyecekti annesine, yeğenlerinin gözlerine nasıl bakacaktı. Yengesine nasıl verecekti bu haberi.
Teslimiyet konusunda hakiki bir inancı vardı, çarçabuk toparladı kendini. Nasıl oldu, ne zaman oldu gibi soruları bir kenara itti. Cenaze işini nasıl yapacağız, diye sordu postacıya. İçinde hırçın bir deniz gibi sağa sola savrulan duyguları bastırmakta zorlanıyor fakat başarabiliyordu. Gönderdiler, geliyor cenaze, dedi postacı. İyi misin Seyfi, diye ekledi sonrasında. Takdiriilahi, demekle yetindi Seyfi. Sen işine dön ağabey Allah razı olsun, dedi postacının omzuna elini yerleştirirken. İhtiyacın olursa mutlaka ara, dedi postacı.
Seyfi ağır hareketlerle eve girdi. Yatak odasının bir köşesinde öylece duran sandığa yanaştı. Üzerinde el işlemesi olan beyaz örtüyü yavaşça kaldırıp yatağın bir ucuna koydu. Sandığın kilidini bir kez çevirip tahta kapağı kaldırdı. Alt taraflarda kalmış büyükçe bir zarfı çıkardı, zarfın ağzı açıktı; açılmıştı öncesinde. İçinde ağzı mühürlü bir başka zarf ve bir de mektup vardı. Mektubu ve zarfı alıp oturma odasına gitti. Ceketini üzerine geçirdi. Mühürlü zarfı ve mektup kâğıtlarını iç cebine koydu. Ağırlık yapmaya başlamıştı şimdiden sol yanına. Ceplerine birkaç tane de çocukların sevdiği çikolatalardan sokuşturdu. Annesine hiç görünmeden evden çıktı.
Ağabeyinin evine doğru yol aldı. Adımları gittikçe hızlanıyordu. Ne içindi bu acele? Aceleden miydi bu hızlanma? Anlayamıyordu Seyfi, anlamlandıramıyordu yaptıklarını da. Her zaman uzun gelen bu yol bayağı kısa geliyordu bugün. Ne söyleyecek olduğunu bilemiyordu, bir şeyleri sıraya sokmaya çalışıyordu. Tahta evin önünde oynayan çocuklar göründü. Adımları yavaşladı. Ayakları gitmesine müsaade etmeyecek gibi geliyordu. Şöyle bir toparlandı, kendine geldi. Çocuklara bir şey belli etmemeliydi, en azından şimdilik.
Usulca yaklaştı Hasan’la Hüseyin’in yanına. Toza toprağa karışmış kıyafetlerinin içinde hâllerinden pek memnun görünüyorlardı. Dikkatlerini dağıtmayı başarabildi. Bakın, en sevdiğiniz çikolatalardan getirdim, dedi buruk tebessümle. Çikolataları cebinden çıkartırken çocuklar da koşarak Seyfi’nin yanına geldiler. Yüzlerinde, kulaklarına varan bir gülümseme hâkimdi. Kız kardeşi Emine’ye hayli düşkün olan Hasan, kalkık kaşları altında duran parlak gözleriyle Seyfi’ye bakarak, Emine’ye de getirdin mi amca, dedi. Tabii ki, ona da en sevdiğinden getirdim, diyerek diğerlerinden farklı olan kırmızı ambalajlı çikolatayı cebinden çıkarttı. Elindekileri hemen alıverdi çocuklar. Çekingen bir tavırla Seyfi’yi karşılamak için ilerlerken, Teşekkür etsenize amcanıza, dedi çocuklarına Hatice. Lafını bitiremeden çoktan eve girmişlerdi bile. Çocuklardan kalan buruk tebessümü yavaşça yüzünden kayboldu Seyfi’nin. Onun bu hâli yengesinin gözlerinden kaçmamıştı.
Hoş geldin, dedi Hatice. Sağ ol yenge, şöyle biraz konuşalım mı, dedi Seyfi, talaşla karışmış kütükleri göstererek. Hatice hemen avludaki kütüklerden birine oturdu. Meraklı gözlerle Seyfi’nin hareketlerini izliyordu, içini kemirmeye başlamıştı bir şeyler. Seyfi’nin hareketleri başkalaşmıştı. Söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Otursana Seyfi, dedi yengesi. Ağabeyine bir şey mi oldu, diye sordu telaşla. Bakışları yere kenetlenmişti Seyfi’nin, kaldıramıyordu başını. Ne oldu Seyfi, bu hâlin hiç hayra alamet değil, Allah’ın aşkına bir şey söyle, dedi bu kez yengesi. Ceketinin sol iç cebinden kese kâğıdı rengindeki zarfı çıkarıp yengesine uzattı Seyfi. Zarfta rutubet kokusu vardı, burnunda bir sızı hissetti Hatice. İvedilikle açıp okumaya başladı. Gözleri hızlı hızlı bir sağa bir sola gidiyor, solukları düzene giriyordu. Gözlerinin sağ sol hareketleri yavaşladı…
“Hatice’me…
Yazdığım bu mektup ne zaman eline geçer bilmiyorum. Yahut eline geçer mi, onu da bilmiyorum. Bilinmezlik içindeyken emin olduğum tek şey eline geçmesini istemeyişim…
Gurbet acısı çok zormuş be Hatice’m. Adını yazarken kesme işareti koymak bile canımı yakıyor şimdi; seni çok özledim. Çocuklar nasıl, iyidirler inşallah… Dedim ya gurbet elde yaşamanın zorluğu bir başka. Günün on sekiz saati ter döküyoruz, gecemiz gündüzümüz yok.
Gönderdiğim para size yetiyordur inşallah. Çocukları çarşıya götür, üst baş al. Sıkmasınlar canlarını. Onlara yolladığım kıyafetleri, allı pullu etekleri; asker yeşili pantolonları giydirip gezdir bizim oradaki parkta... Onlara hem ana hem baba oluyorsun, hakkını nasıl ödeyeceğim bilmiyorum Hatice’m. Hakkını helal et.
Sağlığım pek iyi değil bu aralar. Doktorlar ilaç yazdılar. Ama içimde garip bir his. Hastalıktan belki de insan olmadık şeyler kuruyor kafasında. Dünya hâli bu, ne olacağı belli olmaz, diyorsun. Ya onlarla vedalaşamadan şu gurbette, dilini bilmediğin insanların arasında fani dünyadan göçüp gidersen, diye düşünüyorsun. Dedim ya belki de bu mektup hiç eline geçmeyecek ve ben bir gün kapıda görünüp sizlere kavuşacağım. Bu mühürlü zarfı da kendi ellerimle yırtıp atacağım.
Fakat… Eğer ki ecel gelip çatmış ve ben sizden uzaklarda gözlerimi hayata yummuşsam… Senden helallik dilemeden, seninle vedalaşamadan ölmek istemiyorum be Hatice’m. Sen çok güçlüsün, güçlü kalacağına da eminim. Her şeye rağmen dayanmalıyız. Dayanmalısın. Çocuklarımız için.”
Usulca yanağından inen yaş yere çakıldı Hatice’nin. Seyfi, yengesinin bakışlarına anlam yüklemeye çalışırken, gözlerini buğulu perde arkasından görmekte zorlanıyordu fakat telaffuz edilmesi güç duyguları az da olsa görebiliyordu gözlerinde. Yağmur ağlıyordu şimdi; yetim kalmış çocukların ardında kalan annenin gözyaşlarıydı bu yağmur.
Bu ne oluyor şimdi, dedi soğuk çıkan ses tonuyla. Ses soğuk çıkar mı, çıkar. Üşümüştü o an Seyfi. Hayli de afallamış görünüyordu. Ne yapacağını düşünüp sıraya koymak için geçirdiği zaman, birkaç saniye, ona yıl gibi geliyordu. Soğuk terler vücudundan yavaşça süzülüyor; kıyafetlerine karışıyordu, daha da üşüyordu. Elindeki diğer mektubu, bakışlarını yere çevirerek Hatice’ye uzattı. Hatice bu defa daha sakin bir tavırla aldı zarfı. Naif hareketlerle açtı ve kelimeler sırasıyla Hayri’nin ağzından dökülürcesine okumaya başladı.
“Kardeşim Seyfi,
Bu mektubu yazmak çok zor oldu benim için. Duam odur ki, diğer zarfı Hatice’ye vermek mecburiyetinde kalmazsın. Seni bu ahvale yükümlü bırakmak hayli canımı sıkıyor fakat sen benim memleketteki gözümsün.
Gözümün nuru, Seyfi’m, kardeşim... Gidip de dönememek adına bunları yazıyorum sana. Memlekettekilere göz kulak ol; anama, çocuklara, yengene… Benden kalan ne varsa önce Allah’a, sonra sana emanetimdir. Bu haber sana gelirse, diğer zarfı yengene ulaştır. Dedim ya, duam böyle bir haberin gelmemesi lakin takdiriilahi… Ecel tecelli ettiyse, ne çare gelir elden…
Allah’a emanet…”
Katlandı mektup, yürekler katlandı belki de. Neler kaldı arasında, hangi duygular? Çocuk gülüşleri, anne haykırışları, baba lafızları… Kimi yanıtlı kimi yanıtsız…
Hatice’nin kızı, ayağında yarım giydiği kara lastikleriyle annesine doğru koştu. Hatice, bakışlarını kızına çevirirken gözyaşlarını elinin tersiyle silip yüzüne hüzün kokan tebessümünü yerleştirdi. Kucağına oturan kızına sıkıca sarılıp saçlarını koklarken gözlerini yavaşça kapattı ve gözyaşları tekrar yanağından süzülmeye başladı. Rutubet kokusu hâlen sızlatıyordu burnunu.