Makale

KULUN RABBİ KARŞISINDAKİ DURUŞU

KULUN RABBİ KARŞISINDAKİ DURUŞU

İbn Kayyim el-Cevziyye

Kulun, Rabbine karşı iki duruşu vardır:

1) Allah’ın, kişinin görünen ve görünmeyen, iç ve dış davranış ve hâllerinde kula hükmetmesi ve kulun da bunun gereği olarak kullukta bulunması. Bu duruşta, her hükme özgü bir kulluk boyutu vardır. Burada hükümden maksat, kader çizgisinde meydana gelen sünnetüllahtır.

2) Kulun, Rabbine bilinçli olarak kullukta bulunması. Bu duruş da dinî emirlerin gereğince meydana gelir.

Her iki duruş da insanın Allah’a teslimiyetini zorunlu kılar. Ona “teslimiyet” kelimesinden türetilen “Müslüman” adının verilmesinin sebebi budur. Zira kişi kullukta bulunmak suretiyle ne zaman Rabbinin dinî ve kevnî egemenliğine, keyfî arzularının ulaştırdığı bir sonuç olarak değil de bilerek ve farkında olarak teslim olsa, İslam ismiyle anılmayı hak eder ve “Müslüman” adını alır.

Kulun kalbi Allah’ın zikri, kelâmı, sevgisi ve O’na kullukla huzura erdiğinde Rabbinde rahatlık ve sükûn bulur, O’na yakınlaşır, O’nda sevinç ve mutluluk bulur. Güven ve huzura kavuşur. Bu iki duruş, onun hakkında zorunlu ve kaçınılmazdır. Zira kul, ancak bu iki duruşla hayat bulur, felaha ve mutluluğa erer.

Kul, nefs-i emmâre, nefsanî istek ve arzular ve saptırıcı şeytan gibi şeylerle kuşatıldığı ve bunlar, onun, namazdan elde ettiği bu güzellikleri yitirmesine veya eksilmesine yol açtığı zaman, Aziz ve Rahîm olan Rabb, hikmetiyle, bu şeyleri telafi etmek üzere bir sonraki vakit namazını kula emreder. Allah, böylece kulun, yitirdiği azmini ve yıpranan imanını yenilemesini murad etmiştir.

Bunun için de rahmetinin bir gereği olarak, her iki vakit namazı arasında bir zaman aralığı (berzah) yaratır. Böylece kulun, bu arada kendini toparlamasını ve kendine bulaşan kirlerden arınmasını sağlar. Allah bu berzahı, huşû, teslimiyet ve boyun eğme bakımından kulun fiilleri görünümünde yapar ve her bir organa da burada kulluktan payını verir. Allah bu kulluğun meyvesini, kulun bütün varlığıyla Rabbine yönelmesi olarak ve karşılığını da dünya ve âhirette kendi yakınlığına ermesi olarak belirlemiştir.

Aynı şekilde orucun meyvesi, nefsin arınması; zekâtın meyvesi, malın arınması; haccın meyvesi, bağışlanmanın olması; cihadın meyvesi, Allah’ın kullarından satın aldığı nefsin Allah’a teslim edilmesidir. Allah (c.c.) cenneti; kendisine teslim edilen nefsin ücreti yapmıştır. Namazın meyvesi de kulun Allah’a, Allah’ın da kula yönelmesidir. Kulun Allah’a yönelmesinde, bütün bu sayılanların meyveleri bulunmaktadır.

Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s), “Gözümün aydınlığı oruçta, hacda, umrede veya bu işlerden başkasında kılındı" dememiş; aksine "Gözümün aydınlığı namazda kılındı." demiştir.

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) "Gözümün aydınlığı namazda kılındı" sözü üzerinde düşünelim. O (s.a.s.), "Gözümün aydınlığı namazla kılındı.” dememiştir. Zira “namazla” sözü namazda bulunmayı ifade etmemektedir. Bu bakımdan “namazda” sözü diğerinden daha eksiksiz ve tamdır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.) ne zaman yorgunluğunu üzerinden atmak ve rahatlamak istese, Hz. Bilal’e, “Ey Bilal, bizi namazla rahatlat.” derdi. Yani yorulan insan, nasıl evine varınca gözü aydın oluyor ve rahatlıyorsa, aynı onun gibi Hz. Peygamber de dünyanın meşgalelerinden kurtulmak için namaz kılmak istiyor ve Bilal’e kamet getirmesini söylüyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Bizi namazla rahatlat” sözünü nasıl da seçerek kullandığına dikkat edelim. O (s.a.s.) namazı zoraki, istemeye istemeye kılan biri gibi, “Bizi namazdan yana rahatlat, ondan kurtar.” dememiştir. Çünkü namazı bu şekilde zoraki kılan kimse, namaz süresince bir azap ve sıkıntı içinde bulunur ve kalbi namazdan başka bir iştedir. Namaz bu kişi için, onu dünyevî işlerinden, sevdiği, hoşlandığı şeylerden alıkoyan bir eylem mesabesindedir. Bu sebeple namazı bitirinceye kadar ıstırabı ve sıkıntısı sürer. Bu durum hâl ve hareketlerinde de kendini açıkça gösterir. Namazı, yem toplar gibi ve kalbi Allah’tan başkasına yönelmiş olduğu hâlde kılar. Huşûdan ve kalp huzurundan eser yoktur. Fakat bilir ki, bu namazı mutlaka kılması gerekmektedir. O da namazı en eksik ve kusurlu şekliyle yerine getirir. Dilinden kalbinde olmayan sözler dökülür. Hâl diliyle âdeta “Şu namazı kılsak da kurtulsak” der.

Bu iki yaklaşım arasında fark vardır. Namaz, bedeni üzerinde bir yük, kalbi için bir hapishane olan kimse ile namaz, kalbinin sevinci, gözünün aydınlığı, bedeninin dinlenmesi ve nefsi için gülistan olan kimseyi birbirinden ayırt edelim. Birinci kimse için namaz bir zindandır. Organlarını serbestçe hareket etmekten alıkoyan bir bağdır. İnsan bu anlayışla kıldığı namazdan, Allah’a olan kulluğu oranında rahmet ve sevap alabileceği gibi namazdaki kusurundan dolayı cezalandırılabilir de.

İkinci kişiye gelince; namaz onun için gülistandır. Onda kalbinin huzur ve rahatını bulur. Yine onun için göz aydınlığı, bedenin rahatlığı ve ruhunun nimetlere kavuştuğu bahçedir. Elde ettiği her nimetle Allah’a olan yakınlığı biraz daha artar. Birinci adam gibi hatta ondan daha fazla ve yüce sevap alır. O kişinin elde edemediği, Allah katındaki dereceyi ve O’na yakınlığı elde eder. Bu ise, sevabın üzerinde artı bir değerdir.

Kişi, sevinç ve mutluluk içinde, Allah’ı görüyormuşçasına, Allah kendisine ayetlerde tecelli ediyormuş gibi ibadet eder. Artık Allah’ın huzurundan ayrılmak kadar ona ağır gelen bir şey yoktur.

Allah kulunu buna muvaffak kılan, ona ulaştıran yolu gösteren ve bu konuda yardım edendir. Bu anlattıklarımız, namazın zevkinden, sırlarından ve tecellilerinden az bir miktardır.

İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Namazdaki Hikmetler kitabından alıntılanmıştır.