Makale

ZAMAN ZAMAN İÇİNDE

ZAMAN ZAMAN İÇİNDE

Emine Öztemel

İnsan sever uzun yolculukları, uzaklıkları, bazen kendine bile uzak durmayı. Uzak gizemlidir, belki daha bir anlamlı. Yollar uzadıkça tüm hesaplar ardında kalır insanın. Kaygılar ve kavgalar, sekiz beş mesailer, gündelik telaşlar, yarınlara dair planlar. Ve hatta kitaplar… Yolda bizzat sen kitap olursun. Kendini okursun.

Yolda hem yolu tanırsın hem yoldaşı. Yoldaştır yolu güzelleştiren. Öyle ki yollar bazen sarptır bazen yokuş. Bu çileli yolculuğu en kolay geçirmenin yolu samimi bir yoldaştır. Lakin yoldaşın güzelliğine aldanıp yolu unutmamak gerekir. Zira gaye yolda olmak, yolcu kalmaktır.

İlerledikçe şehrin gürültüsünden, kalabalıklardan arınır insan. Kentin silueti ardımızda kalır. Tüm yarışların, hırsların, kaosun üzerine basıp geçersin; geçip gidersin o keşmekeşten. Dar ve taşlık yollar bize dinginliği getirir kucak kucak.

Bir öğle güneşinde, ortalık kavrulurken sıcaktan, vardık menzilimize. Bu öyle bir yerdir ki her baktığımız yönde kendimizi bulduk. Dar patika yollardan yürüdüm. Yılların yorduğu kışlara, fırtınalara daha fazla tahammülü olmayan evlerin önünde durdum.Seyre daldım. Güneş yanığı kara ahşap evler; ayaza, borana yenik düşmüş kerpiçler. Ne kadar da canlı ve ne kadar da yorgun. Âdeta bizden biri, âdeta bizim gibi...

Öylece bakıp geçmek istedim. Ama bir ses “Dur!” dedi. “Bakıp geçme herkes gibi. Bak ve gör.” Bir saman balyasının üzerine oturdum. Önümde kat kat açılan manzarayı izledim. Genişçe bir bahçe. Sırt sırta vermiş elma ağaçları, az ötede gençten bir erik. Köpük köpük açılan yediveren güller. Çocuklar şen, neşeli, ağacın dalında salıncak, yuvarlanıp uzağa giden top. Fesleğenler; kokusu pencere önlerinden ta bana ulaşan fesleğenler.

Çocukların bir elinde salçalı ekmek, diğerinde çamurlu gazoz kapakları, çocukluğun en organik zamanları. Herkes yediğinden içtiğinden emin. Güneş yanığı yüzlerde sıcak bir tebessüm.

Diğer tarafa çeviriyorum başımı, işte orada cami. Küçük bir köy camisi. Önünde sekiz on tabure. Cemaat orada. Caminin önünde, akasya ağacının altında. Memleket mevzuları konuşulurken yudumlanıyor çaylar. Büyüklerinin yanındaki çocuklara da birer oralet. Elinde oralet bardağı olan çocuk, büyüklerin çaylarına bakıyordur. Onlar gibi yudumlamak istiyordur. Biraz da bozuluyorlardır kendi bardaklarının da ince belli olmayışına ama yine de hâllerinden memnundur her biri.

Bir de nineler vardır, sırtını güneşe veren, ağrılarına güneşten aman dileyen nineler.

Çok kış görmüştürler, çokça zemheri. Ondandır güneşin altında patik, yelek örmeleri. Huzuru kendi evlerinde evlatlarıyla, torunlarıyla yaşayan nineler. Dili dualı, gözleri nemli, evin bereketi nineler.

Gün batmak üzeredir. Çocuklar kirli yüzleriyle evlerinin yolunu tutarlar. Güneşe sırtını veren nineler bu kez ocağın başına oturur. Analar kurutulmuş biberlerden dolmalar pişirir. Bir de o mis gibi yayla kokan tarhana çorbası yok mu? Erkekler camiden dönmek üzeredir. Yer sofrası kurulur. Az sonra aile sofra başında toplanacak; diz dize, yan yana…

Herkes tamam olunca başlanır yemeğe. Bu yenilen, öyle sıradan bir yemek değildir. Her kaşıkta gönlümüz doyar. Yemek bitince ocağın hemen yanı başındaki sedirde derin bir sohbet başlar. Gece yatsı ezanıyla nihayet bulur. Bembeyaz kanaviçe işlemeli örtüler serilir. Misafir için hazırlanmış, çıralara, lavantalara sarılıp sarmalanmış örtüler. Öyle naif işlemelerdir ki her ilmiği hayat doludur. Gelinlik çağdaki kızlar, gökyüzünün mavisinden, başağın altın sarısından ve baharın müjdeleyicisi mor menekşelerden ilham alarak işlemişlerdir desenleri. Aşkla, umutla. Lavanta kokulu yastıklara koyarım başımı, gözlerim dalar, tatlı bir uyku kucaklar beni.

Derken ikindi rüzgârının esmesiyle saman balyalarının üzerinde silkelendim. Arkadaşımın uzattığı termosa baktım. Termostaki çay yabancılaştı bana. Karşı evin ocağında demlenen çayı az önce içmişim gibi hissettim. Baktım ve gördüm. Viraneye dönmüş evlerde bir zamanlar sürüp giden yaşamın az da olsa tadına baktım. Bir balya otun üzerinde bir hayal değil bir hayat yaşadım.

Mola bitmişti. Kalktım. Gözümü ıssız mavi pervazlı evden alamadım. Damı çökmüş, penceresi kırılmış, kararmış, lale işlemeli perdesi rüzgârın esmesiyle dışarı çıkmış. Boş, ıssız, soğuk bir han gibi doldu gözüme. Bir zamanlar neşe dolan, güven veren ev.

Bir de yarı beline kadar kesme taştan, üzeri ahşap ev var orada. Kapısı sarı. Demirden koca bir tokmak. Taşlar ve kapılar bir anda daha büyük anlamlara dönüştü. Ne yaşanmışlıklara, ne sevinçlere, ne hüzünlere şahittiler kim bilir. Bu evlerde sevinçler aş oldu paylaşıldı, acılar yaş oldu akıtıldı.

Ve gün battı. Batan güneşin kızıllığında ayrıldık köyden. Yollar uzun, yoldaş güzel. Ama ne demiştik? Yolu unutmamak gerek. Geçmişi ihtiramla anmalı ama bir yerine saplanıp kalmamalı.