Makale

İMAM-I GAZALİ

İZ BIRAKANLAR

İMAM-I GAZALİ

Uğur ÜNAL

Şöhreti eserlerinden daha büyük bir âlim olan Ebu Hamid el- Gazali, 1058 yılında İran’ın Horasan bölgesinde bulunan Tus kasabasında doğdu. Tus, yetiştirdiği ilim ve devlet adamları ile meşhur bir yerdir.

İslam tarihinde eşine az rastlanır bir âlim olan Gazali, hiçbir kalıba sığmayan sıra dışı zekâsı ile İslam düşüncesinde felsefe, kelam, hukuk, mantık ve tasavvuf başta olmak üzere birçok alanda eser vermiş, 900 yıl sonra bile bugün hâlâ kendisine atıfta bulunulmaksızın kalem oynatılamayan yetkinlikte eserleriyle düşünce tarihine kalın bir hat çekmiştir. Batı üniversitelerinde dahi eserleri ve hayatı yüzyıllarca ders olarak okutulmuştur. O, vasıflanamayan çok yönlü ilmî kişiliği, karar alan ve uygulayan aksiyoner tavrı ile yaşadığı çağın gündeminden kopmadan yüzlerce yıl sonrasına sesini ulaştıran önemli bir mütefekkirdir.

1073’te Ahmed b.Muhammed er-Râzkânî’den aldığı fıkıh dersleri ile Tus’ta başlayan eğitim hayatına Curcan’da devam etti. Burada bir müddet kaldıktan sonra memleketi Tus’a döndü. Nişabur’da bulunan ve daha sonra yegâne hamisi ve dostu olacak meşhur Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medresesinde eğitimine devam etmek üzere tahminen 1077 yılında Nişabur’a gitti. Nişabur’a gidişi babasının ölmeden önce kardeşi Ebû el-Futûh Ahmet Gazali ile birlikte kendisini emanet ettiği sufi arkadaşlarından birinin tavsiyesi ile oldu. Babasının miras bıraktığı küçük serveti bitince onun vasiyeti üzerine ilimde derinleşmek üzere öğrencilerine ücretsiz barınma ve eğitim imkânı sunan Nizamiye Medresesi’ne gittiler. Daha ilk öğrencilik yıllarında zekâsı ve çalışkanlığı ile göz dolduran Gazali, genç yaşta ilmî çevrelerde adından söz ettiren biri oldu. (Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Gazali, DİB Yayınları, İstanbul, 2017.) Kendi hayatını anlattığı el-Munkız mine’d-Dalâl isimli eserinde, düşünce serüvenini açık yüreklilikle ortaya koymuştur. Ancak otobiyografik nitelikteki bu eser tek başına Gazali’yi tanımaya yeterli değildir. Çünkü bu eserinde Gazali daha çok fikri hayatını anlatmıştır. El-Munkız’ın girişinde okuyucuya şöyle seslenir: “Ey din kardeşim, benden ilimlerin gayesi ve sırları ile mezheplerin afet ve inceliklerini açıklamamı, meslek ve yollarının zıtlığına rağmen fırkaların çeşitliliği içinde hakkı bulup çıkarmada çektiğim zahmet ve sıkıntıları, taklidin yamaçlarından tahkikin doruklarına yükselirkenki atılganlığımı, evvela kelam ilminden istifade ettiklerimi, sonra hakkın sadece imanı taklitle elde edilebileceğini düşünen ehl-i talimin, sonra da felsefenin usullerinden beğenmediklerimi anlatmamı istedin. İsteğinin samimiyetine inandığımdan, arzuna hemen icabet ediyorum.” (Sabri Orman, Gazali, İnsan Yayınları, İstanbul, 2014.)

Fikri serüvenine dair el-Munkız’dan alıntı yaptığımız yukarıdaki paragraftan da anlaşılacağı gibi Gazali akla çok önem vermiştir. Mantığı İslamî ilimler içerisinde bir disiplin olarak değerlendirmiş, hocalık yaptığı dönemde onu okutulması zorunlu bir ders olarak görmüştür. Her daim sorgulayan eleştirel bir bakış açısına sahip olan Gazali, bunu yaparken metodolojisinden asla taviz vermeyen ilmî bir ahlaka sahiptir. Gazali’nin eserlerindeki fikri bütünlük ve güçlü mantık örgüsü, katılmadığı görüşleri dahi tüm yönleriyle ortaya koymadaki cesareti dikkat çekicidir.

Nişabur’daki Nizamiye Medresesi’nde o dönem hocalık yapan Şafii mezhebinin meşhur fıkıh ve hadis âlimi İmam el-Harameyn Ebû el-Meâli el Cuveynî’den uzun yıllar ders alan Gazali, Cuveynî’nin en gözde talebeleri arasına girdi. 1085’te Cuveynî’nin vefatı üzerine Nişabur’dan ayrılarak Bağdat’a giden 27 yaşındaki genç Gazali artık bütün ilim çevreler tarafından tanınan ünlü bir âlimdi. Öyle ki döneminin ilim merkezi Bağdat’ta, en büyük medrese olan Nizamiye Medresesi’nin hocaları ve devlet erkânı Gazali’yi karşılamış, âlimlerin en büyük destekçisi ve koruyucusu olan Nizamülmülk onu sarayında ağırlamıştı.

Bağdat’ta gelişinden sonra Nizamülmülk’ün ilmi müşaviri ve baş hukukçusu olarak beş yıla yakın görev yapan Gazali, 33 yaşındayken Bağdat Nizamiye Medresesi’nin baş müderrisi olarak atanmış, genç yaşında o dönem bir ilim adamına verilebilecek en büyük payeye muvafık görülmüştür. Onu Hüccetü’l İslam diye vasıflandıran Nizamülmülk, Gazali’nin baş müderris oluşundan bir yıl sonra nüfuzunu her geçen gün daha da artıran Şii-Bâtıni Fâtımîlerin desteklediği, yapmış olduğu katliam ve suikastlar ile o dönem İslam coğrafyasını kasıp kavuran Hasan Sabbah’ın fedailerinden bir haşhâşî tarafından öldürülmüştür. Belki de bu olay Gazali’nin iç dünyasında yaşadığı bunalımı zirveye çıkarmış, daha sonra tüm dünya nimetlerine sırtını dönerek dervişçe bir uzlet hayatına girişinin nedenlerinden biri olmuştur. Çünkü Bağdat’ta kalması konusunda kendisine tesir edebilecek ve kırmaktan korkacağı en önemli insan artık yoktur.

Bütün bu idari ve siyasi kariyerinin yanında ilmi çalışmalarına aralıksız devam eden Gazali, müderrislik ve baş müderrislik yaptığı dönemde 300’den fazla öğrenciyi okutmuş, gerek toplumsal meselelere, gerekse de bir Müslüman olarak kendini sorumlu hissettiği alanlara dair eserler ortaya koymuştur. Özellikle yaşadığı dönemde var olan farklı görüş, mezhep ve fırkaları Kur’an, sünnet ve akli deliller ölçüsünde irdelemiş, bunların aşırıya giden itikadi ve amelî vasıflarını tüm yönleriyle analiz ederek eleştirmiştir. Yaşadığı dönemde Fâtımîler’in resmi ideolojisi hâline gelen Şii-Bâtıni düşüncesini eleştiren ve temel problemlerini cesurca ortaya koyan eserler yazmıştır.

Onun hayatında da eserlerinde olduğu gibi güçlü bir mantık örgüsü ve metodoloji görülmektedir. Tam anlamıyla bir ilim ve hakikat aşığı olan Gazali, ilmî çalışmalarını kendi hakikat arayışının bir gereği olarak görmüştür. Ömrünü, tespit ettiği problem ve çelişkileri halletmeye adamıştır.
O, var olan zekâsı ve ilmî merakını, kendisine Allah tarafından verilmiş bir lütuf olarak görür. Bu nedenle kariyerinin zirvesindeyken yaşadığı iç çelişkileri gidermek ve kulluğu yalnızca Allah’a has kılmak adına her şeyi elinin tersiyle iterek 1095 yılının Kasım ayında Bağdat’tan ayrılır.

Bağdat Nizamiye Medresesi baş müderrisliği görevini bırakıp yanına hayatını idame ettirebilecek kadar para ve eşyayı alarak önce Şam’a gider. Daha önce yazılı bütün kaynaklarını okuyup üstatlarından sözlü derslerini de aldığı tasavvufi düşünceyi bizzat tecrübe eder. Sufilerden öğrendiği şekilde uzlete çekilir. Bağdat’ta bulunduğu dönemde defalarca yapmayı planladığı lakin her seferinde başka bir mazeret veya fikri gelgitleri nedeniyle başaramadığı muradına artık ermiştir. Burada kaldığı süre içerisinde Kudüs’e giderek orada da uzlete çekilmiştir. Daha sonra hac farizasını yerine getirmek üzere Mekke ve Medine’ye gitmiştir. Gazali’nin iki yıl sürdüğü sanılan dervişçe bir uzlet, züht ve ibadet döneminde ilmî çalışmalarına ara verdiği düşünülemez. İhya başta olmak üzere birçok eserini de bu sırada kaleme aldığı sanılmaktadır.

Aslında İslam dünyasında hâlâ geçerliliğini devam ettiren problemler, Gazali’nin hakikat arayışının temel gerekçelerini oluşturur. O, İslam toplumunun içindeki farklı görüş ve fikri akımların birer saplantı hâline dönüşmesine, insanların sorgulamadan kendi bilgi ve inançlarını mutlak doğru kabul etmesine, her bir grubun kurtulanın yalnızca kendileri olduğunu iddia ederek diğerlerini sapkın olarak nitelemesine itiraz etmektedir. Bu batıl düşünceyi yıkmak için kaleme aldığı dört yüz civarındaki eserinde, âdeta iğneyle kuyu kazar gibi her bir fırkanın problemlerini ortaya koyduğu reddiyelerinde bunun için uğraşır. Yazdığı eserler yaşadığı günlerin sayısına bölündüğünde günde on altı sayfa gibi bir insanın nasıl yaptığı kolaylıkla anlaşılamayan üretkenlikte dertli bir düşünür karşımıza çıkar. Bağdat’tan ayrıldıktan sonraki uzlet döneminde yazdığı kırk kitaptan oluşan İhyâ’ü Ulûmi’d-Din isimli meşhur eserinde, Müslümanların İslam ile tekrar hakiki manada buluşması için çözüm önerilerini sunar.

1097 yılında Bağdat’a geri dönen Gazali, burada birkaç yıl kaldıktan sonra memleketi Tus’a döndü. Evinin yanına bir tekke ve medrese inşa ettirdikten sonra herhangi resmi bir sıfatı olmaksızın burada ders vermeye devam etti. Gazali, 1111 yılında vefatına kadar kendi yaptırdığı medresede ilmî çalışmalarını yürütürken yine medresenin yanında bulunan tekkede bir tasavvuf ehli olarak yaşamaya devam etmiştir. Gazali’nin son durağı sufilerin durağı olan tasavvuf olmuştur.

İlimleri kendine has metoduyla inceleyen Gazali, kelam ve felsefenin ruhunu tatmindeki yetersizliğinden bahisle tasavvufa meyledişini temellendirmeye çalışır. Kelamda aradığını bulamayınca felsefeye girer ve iki yıl boyunca araştırmalarda bulunur. “Aklın meseleleri kavramada müstakil ve bütün müşkülleri halledecek durumda olmadığını anladım.” diyen Gazali, bu tavrı nedeniyle bazı modern bilim tarihçilerince eleştirilmektedir. Gazali’nin felsefe ve kelamın aleyhinde yazdığı eserler sebebiyle düşünceyi geliştirici rolü olan bu alanların meşruluğunu zedelediği öne sürülmektedir.

Dünya ve İslam klasikleri arasında girmiş Makâsıd el-Felâsife, el-Munkız min ed-Dalâl, Tehâfut el- Felâsife, İhyây Ulûmi’d-Dîn ve el-Müstasfâ gibi eserlerin müellifi olan Gazali; hukuk, kelam ve felsefe gibi alanlarda eser vermiş çok yönlü ansiklopedik düşünür tipolojisinin orijinal örneklerinden biridir.
Her alanda sözü olan böyle bir düşünürün, çağlar ötesinde bu kadar güçlü bir etki bırakması çok az kişiye nasip olmuştur.