Makale

İnsan ve Su

İnsan ve Su

Büşra Küçüksucu

Yelda Hanım, tatil sabahı aile efradını büyük bir keyifle kahvaltı sofrasına davet etti. Sesindeki neşe, ince uzun koridordaki tablolara çarparak yatak odalarına doluyordu. Kaşmir battaniyelerinden içeri giren bu sıcak duygu, eşini ve çocuğunu sarıyordu. Evin mütebessim hanımının kadife sesindeki sevgi, cömertçe kulaklarından içeri sızıyor ta yüreklerine kadar usulca gidiyordu. Bu ses onların yüreğine giden yolu çok iyi biliyordu. Eşi Hakkı Bey uyandığında; yüzünde hem bu sevgi dolu sesin, hem de burnuna dolan kızartmanın, domatesli sarımsaklı sosun tebessümü vardı. Yatağından kalkmadan önce kendi kendine söylendi:
Kızartma, domatesli sos ile yapıldıysa bahar gelmiş demektir. Bahar geldiyse bugün deniz kenarında uzun bir gün bizi bekliyordur. Samimi bir üşengeçlik tavrıyla hanımının yapacağı plandan korkarcasına battaniyeyi yeniden başının üzerine çekti. Çok geçmeden güneşin, denizin, toprağın müferrih hayali dimağını doldurarak Hakkı Bey’i yatağından çıkardı. Şimdi o da az önceki üşengeçliğini çoktan terk etmiş, dışarıdaki nefis havanın tadını çıkarmak için sabırsızlanıyordu. Mutfakta emaye kırmızı çaydanlıktan buharı tüten çayları dolduran hanımına seslenerek:
-Uzun bir kış oldu. Güneşi özledik.
-Öyle ya… Epey özledik…
-Bugün için sen mutlaka bir program yapmışsındır.
-Aklımda bir şeyler var tabii, diyerek gülümsedi Yelda Hanım. Furkan’ın sofraya gelmesine yardım eder misin? Elini yüzünü yıkıyordu.
Hakkı Bey dört yaşındaki oğlunun elini ve yüzünü yıkamasına yardım ettikten sonra keyifle kahvaltılarını yaptılar, kısa sürede hazırlanarak bu güzel bahar gününün tadını çıkarmak üzere evlerinden yetmiş kilometre kadar uzakta, sahilinde balıkçı kulübelerinin olduğu ormanlık bir alana gittiler.
Arabadan iner inmez doğanın bedenlerini baştan aşağı rahatlatan havası çevrelerini sarmış, şehrin tozunu ivedilikle üzerlerinden almıştı. Furkan birkaç adım ilerler ilerlemez “Arı, arı var!” diye koşarak annesinin dizine sarıldı. Annesi:
-Oğlum arıdan neden korkuyorsun? Bak o minicik, sen ondan kaç kat daha büyüksün, diyerek oğlunu teskin etmeye çalıştı. Furkan gayet kendinden emin bir şekilde:
-Ama onlar uçabiliyor, ben uçamıyorum, dedi. Bu cevaba güldükten sonra sahile doğru inerek uzun süre yürüdüler. Furkan çok sevdiği takım topunu ayağında sürükleyerek, oyunlar oynayarak ilerliyordu. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadan uzun süre gittiler. Yelda Hanım, yüzüne buse konduran birkaç yağmur damlasının ardından endişeyle eşinin yüzüne baktı:
-Arabadan ne kadar uzaklaştık?
Hakkı bey ardına dönerek:
-Epey oldu. Yaklaşık bir saattir yürüyoruz, dedi.
Yelda Hanım, yağmur yağacak sanırım, der demez gökten sağanak hâlinde yağmur inmeye başladı. Hakkı Bey Furkan’ı, Yelda Hanım topu kucağına aldı. Koşarak en yakın balıkçı kulübesine sığındılar. Yağmurla beraber her yer çamur içinde kalmıştı. Toprak ve suyun bu görkemli buluşmasından kıyafetleri de nasibini almıştı. Balıkçı kulübesine söylenerek girdikleri için bu küçük taş mekânın güzelliğini fark edememişler, daha önce hiçbir yerde görmedikleri el yapımı ahşap masa ve sandalyeler gözlerinin önünde dursa da onları algılayamamışlardı.
-Güzel bir gün geçirmek niyeti ile evden çıktık, şu hâlimize bak.
-Niye acele ettik ki? Tadımız tuzumuz kaçtı…
-Araba da çok uzakta, nasıl yürüyeceğiz?
-Yağmurun dinmesini beklemek zorundayız.
-Tüm günümüz mahvoldu.
Şikâyetlerine bir süre ara verdiklerinde Furkan’ın taş şöminenin başında sarı çizmeleri, kırmızı yağmurluğuyla dışarıdan yeni geldiği belli olan bir hanımın yanına usulca oturduğunu, onunla tatlı tatlı konuştuğunu fark ettiler. Onlara doğru yaklaşırken genç hanımdan izin istediler:
-Biraz ısınabilir miyiz?
-Elbette, oturun lütfen.
-Anne, abla şuradaki suyun hikâyesini anlatacaktı, diyerek göz kamaştıran, ince uzun gövdesiyle zarifliği yansıtan kristal sürahiyi gösterdi. Hakkı Bey, suyun hikâyesi mi, diye sordu hayretle.
Genç hanım:
-Evet, suyun hikâyesi… Dilerseniz siz de bize katılabilirsiniz.
Epey üşümüş olan Yelda Hanım:
-Çok memnun oluruz, diyerek hem bedenini hem de yüreğini ısıtacak olmanın neşesiyle doldu.
-Her su ayrı ayrı mizaca sahip birer hikâye anlatıcısı ve hikâye deposudur. Suların hafızası vardır, içinde gizli sırlar bulunur. Ona anlattığınız onda kalır. Her su, âlemin bir cüzünü yansıtır. Mesela ben bu suyu Sakarya’nın Dokurcun beldesinden getirdim. Tadı şerbet gibi… Oranın insanı da böyle tatlı, halim selimdir. Tadına bakmak ister misiniz?
Özenle aile bireylerine tek tek sudan ikram ettikten sonra, onların kendisini onaylayan bakışları karşısında anlatmaya devam etti:
-Vâkıa suresinin altmış sekizinci ayetinde, “Hiç içtiğiniz suyu düşündünüz mü?” diye soruluyor. Ben sık sık düşünürüm. Aziz su, aziz insan… İkisi de birbirine öyle yakındır ki… Çünkü insanın yaklaşık yüzde yetmişi sudur. Suda insanın birçok hâlini birebir görebilirsiniz.
-Nasıl yani, diye sordu Yelda Hanım taaccüple.
-Bildiğiniz gibi suyun katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâli vardır. Su, eğer ısıda dengeyi yakalayamazsa buza dönüşerek keskinleşir ve kesici hâle gelir. İnsanın vücut ısısı da öfke, sevinç, heyecan gibi duygularla orantılıdır. Eğer insan hayatında, karakterinde, yaşamında, duygu ve düşüncelerinde dengeyi kaçırır ve keskinleşirse başta kendisi olmak üzere etrafındaki herkese zarar vermeye başlar. Dinimiz bizden her şeyde itidal üzere olmamızı, kıvamı bozmamamızı istemiştir. İnsan, hayatı yaşanabilir kılmak istiyorsa akan bir su gibi kendini ve etrafındakileri zora sokmadan tabiatıyla uyum içinde ilerlemelidir. Eğer insan, fıtri ve dinî değerlerini kaybederse bu defa kimliksizleşir. Bu da suyun gaz hâlidir. Değerlerini kaybeden insan buhar olup uçar gider, hiçbir dimağda izi kalmaz. Su, kendi akışındayken bile birçok değişiklik yaşar, tıpkı insan gibi… Furkan, minik parmaklarıyla masanın üzerinde duran fotoğrafları işaret ederek:
-Bu resimler ne anne, diye sordu.
-Bilmiyorum ki… Hanımefendiye soralım.
-Ben de tam onlardan bahsedecektim. Bunlar ayrı sürahiden alınan üç su molekül örneği. Bir gecede hepsine ayrı duygular içeren sözlerle hitap edildi. Bakın şu kristal şeklinde olan, sevgi ve iltifat sözleri söylenen su. Şuradaki birbirine geçmiş, düzensiz, karanlık ve kötü görünümlü moleküller ise kötü sözler telkin edilen su. Bu gördüğünüz geometrik ve güzel görünümlü olan su ise kendisine teşekkür edilen su.
Yelda Hanım:
-Gerçekten muhteşem! Öyleyse bizler içimizden geçirdiğimiz kötü düşünceler ile bedenimizi nasıl etkiliyoruz kim bilir?
-Kesinlikle hanımefendi! Müspet ya da menfi düşüncelerimiz, bedenimizin sıhhat ve güzelliğini etkiler. Beyinde sürekli dönüp duran kötü bir düşünce, mutlaka bedene fiziki bir rahatsızlık olarak yansır. Kelimeler sihirlidir. Onları kendinizde ve çevrenizde güzele ve iyiye kullanmanızı öneririm.
Hakkı Bey, az önce kapıdan girerken kullandıkları olumsuz cümleleri düşünerek eşinin yüzüne baktı. O da aynı anda, aynı düşüncelerle başını ona çevirmişti. Gülümseyerek:
-Ne güzel yağmur yağıyor. İyi ki de buraya kadar gelmişiz. Bu sayede çok hoş bilgilerden istifade etmiş olduk, dedi.
Yağmurun hoş tınısı eşliğinde tarçınlı saleplerini yudumlayarak kelimelerin gizemli dünyasındaki yolculuklarına devam ettiler. Su ve insanın mucizevi benzerliğine olan hayranlıkları, sohbet koyulaştıkça derinleşti.
Yelda Hanım, eve dönüş yolunda camdan her biri kendi yolunda usul usul ilerleyen damlaları seyrederken:
-Madem çok benziyorlar, insanlar da sular gibi birbirlerine zarar vermeden ilerlemenin mümkün olduğunu öğrenmeliler, dedi.
Yelda Hanım ve Hakkı Bey, cümlenin büyüklüğü altında taaccüplerini gizleyemediler. O günden sonra kendi bedenlerine ve çevrelerindeki tüm insanlara yaklaşımları suyu yorumlayarak oldu, su gibi berrak ve ferahlatıcı diyaloglar kurdular.