Makale

Baba Mesleği

Baba Mesleği

Müzeyyen Yazıcı

Anadolu toprağının altı da üstü de bereketlidir. Memleketin her köşesi, evladını beslemek için cömertçe sunar zenginliklerini. Sıra sıra zeytin ağaçları büyür Ege’de, zeytinyağı olur, sabun olur. Karadeniz’in o vakur gürgenleri, marangozların eli ayağı olur. Elazığ’ın bakırı evlere kap kacak, narin parmaklara yüzük olur. Bizim buralarda da bir Oltu taşı çıkar, nice haneye aş olur, ekmek olur.

Çocukluğum Taş Han’da geçti benim. Memleketin en kıymetli ustalarındandı büyükbabam. Ta Mardin’de, erbabından öğrenmişti, gümüş nasıl sicim gibi incecik hâle getirilir, taşın çevresi gümüş iplikle nasıl örülür. Gümüş teli ne kadar inceltirsen o derece kıymetli olur, derdi zanaatını icra ederken. Telkâri işi, çift işi, diye eklerdi, elindeki o küçük cımbızı gösterip. Nice usta yetiştirmişti. Handaki diğer ustalar, evlatlarını çırak vermek isterlerdi dedemin yanına. Babam da kalfalık ederdi ona. İnce kemikli elleriyle gümüşe dokundu mu, o sert metal, pamuk gibi yumuşar şekilden şekle girerdi. Sedefle Oltu taşını bezediği kolyelerinin eşi benzeri bulunmazdı koca handa. Onu derin bir huşu içinde tezgâhın başında gördüğümde ben de bir gün o atölyede çalışacağım günlerin hayalini kurardım. Dedemin gölgesinde, babamın dizleri dibinde. Hem evlat dediğin sadece zanaatı değil hayatı da öğrenirdi ustasından. Edep nedir bilirdi, sabır nedir bilirdi. Gümüşü ince ince dokurken gün gelir hayatı da ince ince dokurdu.

Soğuk taş duvarları arasında sıcacık bir mazisi vardı Taş Han’ın. Kaç kuşak, ekmeğimizi şu atölyeden çıkarmıştık. Baba yadigârıydı mesleğimiz. Zordu bu devirde zanaat erbabı olmak. Biricik evladımı, Hasan’ımı da dizimin dibinde yetiştireyim istedim. Hem okusun hem altın bileziği taksın koluna. Şimdilerde kimse oğlunu çırak diye vermiyor, çocuklar artık büyüklerin tedrisinden geçmiyor. Varsa yoksa kendi akran çevreleri. Koca Taş Han, bir bir kaybediyor maharetli ellerini. Yeni ustalar yetişmiyor. Genç dimağlar, ham eller gümüşün, taşın karşısında sabrı öğrenip kemale ermiyor.

Ne dedimse dinletemedim Hasan’a. Sabah erkenden çıkıp gidiyor. Yaz tatillerinde kendince işlere girip çıkıyor, harçlığımı çıkarıyorum işte, diyor sorduğumda. Ne olur, o da alsa şu atölyenin kokusunu. Beni ben yapan şu dükkân, benden sonra susuz kalmış bir ağaç gibi kuruyup gitmese. Yine süslese sedef kolyeler vitrini, Oltu tespihler arzıendam etse.

Babamın Gölgesi

Babam Mahir Usta, Taş Han’ın saygıdeğer gümüş ustası. Çifti aldı mı eline makineden geçirdiği o incecik telleri dantel gibi dokur. Sabır taşı gibidir. Tek bir motif için saatlerce kalkmaz tezgâhın başından. İşi onun bütün hayatını kuşatmıştır. Evde, çarşıda, pazarda âdeta sabırdan örülüdür bütün tavırları. Az konuşur, öz konuşur. Dediğine göre büyük babasından öğrenmiş bu zanaatı. Babası da Taş Han’da adı sanı bilinir bir ustaymış. Şimdilerde eski cazibesi kalmasa da ara sıra gelen turistlerin, çeyiz dizen anaların, takıp takıştırmayı seven gelinlik kızların uğrak yeridir Taş Han.

Bilenler bizim dükkâna uğramadan tamamlamazlar alışverişlerini, kimi beyler ise kesenin ağzını açıp sevdiklerine en özel hediyelerin siparişini verirler. Tezgâhtaki her bir takı, el emeği göz nurudur. Çocukluğumda efsunlu bir koku duyardım bu küçük handa. Sıra sıra dizili kapılara hayretle bakardım. Her biri bambaşka bir dünyaya açılırdı. Saat ustası Kamil Amca’nın dükkânı köşedeydi. Çaycı Necmi Abi, beni kısa pantolonumla babamın yanında gördü mü oraletimi hazır ederdi. Az ilerde babamın eski çırağı Bahaddin Abi tespihçi dükkânı açmıştı.

Babam ömrünü vermişti o dükkâna, sanatına sadece elinin emeğini değil, gözünün nurunu da katmıştı. Hayallerini, ruhunu işlemişti taşa. Şimdi istiyor ki ben de onun yolundan gideyim. Hem okuyayım hem de baba yadigârı mesleği öğrenip kaç kuşaktır sürüp giden aile geleneğini devam ettireyim.

Bir yanım hak veriyor babama. Onu anlıyor, saygı duyuyor. Ama diğer yanım başka hayallere gebe. İçim kıpır kıpır, zihnim deli dolu. Bir tezgâhın başında değil saatlerce, birkaç dakika bile oturup gümüş telleri ince ince örmek bana zül geliyor.

Başka bir işe girdim yaz tatilinde. Bir şey demedi ama burun kıvırmasından, dudak bükmesinden anladım gönlünün razı olmadığını. İnsan zanaatı değil hayatı da öğrenir bu tezgâhta, demişti bir keresinde. Belki bu sözü doğru ama artık hayat o eski hayat değil ki. Hayat hızlı, hayat akıp gidiyor. Hayatı bir tezgâhın başında değil, görüp yaşayarak öğrenmek istiyorum. Akranlarımla vakit geçirmek, kendi kabuğumu kırmak… Keşke bütün bunları o koca yürekli Mahir Usta’yı küstürmeden yapabilmemin bir yolu olsa.