Makale

ARAF'TA BEKLEŞENLER!

BÜYÜTEÇ

ARAF’TA BEKLEŞENLER!

Prof. Dr. A. Bülent BALOĞLU

Ölümü öldürmek…

İleri teknoloji ile şımaran modern insan, en yeni ve en cüretkâr meydan okumalarından birini şimdilerde kendi en değişmez, en mutlak yazgısına yani ölüme yapıyor. “Ölümü öldürmek” lafını son zamanlarda sıkça duymamız boşuna değil. Ölümlü/fâni insanoğlunun hiç sönmeyen tutkusudur ölümsüzlük. Pek çok efsane, hikâye ve mitoloji, gençlik veya ölümsüzlük iksiri peşinde koşan kahramanların maceralarıyla doludur.

Hikâyelerin gençlik iksiri yapan cadılarının yerini, yaşlanmayı durdurmak ve biyolojik ölüme çare bulmak amacıyla kurulmuş laboratuvarlar, enstitüler aldı. Bu merkezlerin çalışanları, ölümü fethedebilme, ’gönülsüz’ ölmeye kesin bir çare bulabilme ümidiyle yanıp tutuşuyorlar.

Fransız antropolog ve sosyolog Georges Balandier (ö.2016), Batı kültüründe ölümü toplumsal ve kamusal bir olay kılan unsurların giderek bulanıklaştığını söyler ve ilginç bir tespit yapar: "Ölüm karşısında bir zafer kazanılacak olsa bile, bu artık, hâlihazırda kabul gören insan kavramı üzerinden düşünülemeyecek bir varlığın zaferi olabilecektir." (Büyük Rahatsızlık, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2018, s. 89.) Balandier, ölümsüz olabilmek için aşkınlığı ve nihai hüküm gününü yok sayarak ölümsüzlüğün olmadığı bir vakte hırsla ilerleyen bu insanın kim olduğunu sormadan da edemez. (s. 89.)

Hakikaten, kim bu insan?

Transhümanist ütopya

İnsan türünü geliştirmeyi amaçlayan bu insana günümüzde transhümanist deniyor. Mevcut hâliyle evrimsel gelişiminin ilk safhasında olan insan türünün isterse kendini aşabileceğine, mevcut zekâsını ve fiziksel sınırlarını bilim ve teknoloji yardımıyla geliştirebileceğine inanıyor. Teknolojinin ahlâklı biçimde kullanılmasıyla insan soyunun daha iyi beyinlere, vücutlara ve hayatlara sahip olabileceğini düşünüyor. Ancak bunun için bir şartı var: Her türlü teknoloji kullanılmalı. Transhümanizmi, ’Cesur Yeni Dünya’ adlı bilimkurgu romanın yazarı İngiliz Aldous Huxley’in kardeşi biyolog ve hümanist Julian Huxley kurmuş.

İlerici, laik, bireyci, gelişmiş, seküler ve dinden bağımsız bir anlayış görüntüsü veren transhümanizm, hedeflerini üç maddede özetler: İnsanüstü yaşam süresine, insanüstü zekâya ve insanüstü sağlık kalitesine ulaşmak. (www.medium.com/transhümanizm)

Hümanizm ve ateizmden, Darwin ve Freud gibi bilim adamlarının fikirlerinden harmanladığı teorik altyapıyı sanayi ve teknolojinin imkân ve uygulamalarıyla buluşturan transhümanizm, bir görüşe göre dünyanın en tehlikeli fikri olup güç odaklarının güdümündedir. "Ömrü uzatma, zihin yükleme, beden dondurma, insanın entelektüel, fiziksel ve psikolojik kabiliyetlerini artırma ama ’insan kalma’ iddiasında bulunan, yalnızca insanı değil çevreyi de modifiye eden transhümanizm daha iyi insanlar ve mekânlar inşa etmeye çalışır." (Ahmet Dağ, "Dünyanın En Tehlikeli Fikri: Transhümanizm", Yeni Şafak, 29.05.2018.)

İnsan-sonrasına dönüşme hedefine güç veren şey, radikal bir kendini yeniden yaratma arzusudur. Bu yeniden yaratma arzusunu tetikleyen ise insani kusurlar diyebileceğimiz hastalık, arıza, yaşlılık ve ölümden bir an evvel kurtulma hevesidir. Daha zeki ve daha sağlıklı olanı elde etmeye, bir başka ifadeyle mevcut zihni ve fiziki potansiyeli geliştirmeye yönelik olumlu her gelişme, insanın ölümsüzlüğe doğru ilerlemesi olarak algılanıyor. Transhümanist anlayışa göre, teknolojinin gücü hastalıkların ve ölümün izlerini taşıyan bedeni daha güçlü ve zinde, performansı yüksek bir bedenle bir gün mutlaka değiştirecektir. Yine bu güç, insanı bir gölge gibi takip eden, onu “nevrotik” bozukluklara sevk eden ölüme de mutlaka çare bulacaktır.

Gazeteci Mark O’Connell bu süreci, “Teknoloji yardımıyla bedensizleşme stratejisi”, “Bedeni uzayda tuttuğu mekânın dışına çıkarma”, “Hayvan hayatı sonlandırıp makine hayata geçme”, “Ölümün olmadığı bir imkânsız gelecek hayali” gibi ifadelerle özetler. (Makine Olmak: Mütevazı Sorunumuz Ölümlülük, Çev. Öznur Karakaş, Domingo, İstanbul 2018, s. 43 vd.)

Transhümanizmin daha iyi anlaşılması ise ütopyacı, hacker, fütürist, transhümanist, tekno-kapitalist milyarder, tekno-ütopist, tekno-pozitivist, tekno-rasyonalist, tekno-binyılcı, tekno-Darwinci, yapay-zekâ gibi kavramlarla mümkün.

Bunlardan yapay zekâya ayrı bir fasıl açacağım inşallah.

Askıya alınanlar

1773’te Amerikan Başkanı Benjamin Franklin, ölümü erteleme üzerine çalışmalar yapan tıpçı Jacjues Dubourg’a yazdığı mektupta şunları söyler: "Keşke insanları dondurup ileride uyandıracağımız bilimsel bir metot mümkün olsaydı. Bu sayede Amerika’nın 100 yıl sonrasını bir günlüğüne görebilmeyi, ardından ölmeyi bile kabul edebilirdim. Bunu normal bir ölüme kesinlikle tercih ederdim. İleride bilimimizin bunu başaracağından hiç şüphem yok." (Nihat Bilge, "Ölüm, Yaşamın Sonu mu?" https://onedio.com/haber/cryonics)

Franklin’in dileği gerçekleşir. Bilim, çaresini bulana kadar kendilerini dondurtmak isteyenler için dondurma ve saklama şirketleri kurulur. Psikoloji profesörü James Bedford kendisini dondurtan ilk kişi unvanını aldığında takvim yaprakları 12 Ocak 1967’yi göstermektedir.

Michigan’daki kriyon merkezi müdürü, hafızadaki hatıraların geri geleceğinden emin olmasa da işe yarayacağı ümidiyle dondurulan kişilerin fotoğrafları dâhil olmak üzere bütün şahsi eşyalarını kilitli dolaplarda sakladıklarını söylüyor. 1979’da bu merkezde saklanan dokuz bedenin çözüldüğü anlaşılır. Bedenler feci halde çürümüştür. Sadece Profesör Bedford’un cesedi kurtarılabilir. (N. Bilge, a.y.)

Mark O’Connell, kriyon merkezlerine yüzlerce kişinin müracaat ettiğini ve fiziksel ölüm gerçekleşir gerçekleşmez bedenlerinin hızla bu merkezlere nakli için gerekli tedbirleri önceden aldıklarını söylüyor. “Askıya alınanlar” veya “eşikte bekleyenler” olarak tabir edilen bu ölülerin kimi bedeninin tamamının kimi de sadece kafasının muhafazasını talep ediyor. Kafanın muhafazası işlemine “nöro seçeneği” deniyor. Kafayı saklamak bedene göre daha ucuz. Sıvı nitrojenle dolu dev silindir termoslar dört bedeni muhafaza edebilirken, sadece sefalon içeren termoslarda aynı anda 45 kafa saklanabiliyor. (M. O’Connell, Makine Olmak, s. 28-29.)

Evcil hayvanlar da ölür ölmez dondurtulabiliyor.

Ölümü öldüremeden ölme bahtsızlığı

İnsanoğlunun, fiziksel ve zihinsel erişimini mevcut sınırlarının ötesine taşıma, biyolojik bariyerlerini yıkarak ölümsüz olma ihtirasını bir zamanlar ’ölümsüzlük iksiri’ adını verdiği tuhaf karışımlarla dindirmeyi denediğini söylemiştik. Çin’de arkeolojik kazılar esnasında iki bin yıllık bir mezarda bulunan ve “ölümsüzlük iksiri” olduğu tahmin edilen 3,5 litrelik sıvı, aslında, ölümü öldürmek için yola çıkanların bu yolda telef olduğunu beyinlere bir kere daha çiviliyor.

Ne var ki insanoğlu en büyük ve en kadim ütopyasından vazgeçecek gibi görünmüyor. Teknik ilerleme ile birlikte makine üzerinde her geçen gün daha da pekiştirilen hâkimiyet, derinlerde kaynayan bu bitmek bilmez içgüdüsel ihtirası sürekli kamçılıyor, tahrik ediyor. Teknolojiyle kaçınılmaz biçimde içli dışlı olma hâli insanın şahsiyetini ve değerini, sosyal hayatın vazgeçilmez değerlerini ters yüz etse de ölümle mücadele azmini diri tutmak isteyenler bu davalarından geri adım atmış değiller.

Bu mücadelenin bayraktarlığını şimdilerde transhümanistler yapıyor. Kötülüğün hammaddesi olan ete hapsolmuş ruhları özgürleştirme fikrinin modern dönemdeki savunucuları onlar. İnsani değerlerin muhafazasının modern hayatın bütün alanlarında en temel hedef olması gerektiği fikri zihinlerinde asla yok, zira bu insanlar kendilerini de bir makine olarak görüyorlar. Ölümü öldürerek insanın ölümle yazılan tarihini de sona erdirmek istiyorlar.

Tabir caizse, senaryosunu ölümün yazdığı, figüranlığını ölümlü insanın yaptığı yalancı tarihi sona erdiren ve böylece ilk ölümsüzler olmanın hayaliyle yatıp kalkan bir grup insandan bahsediyoruz. Teknolojik desteğin gölgesinde biyolojik drama yani ölüme meydan okuyan bu insanların ölüme kurban gitmeleri inkâr götürmez bir gerçeği bir kez daha gözler önüne seriyor: Bilim ve teknoloji insan hayatını kolaylaştırıyor ama hayatın keskin gerçekliklerine nüfuz etmede, hayata anlam ve değer katan derin sırları keşfetmede hâlâ suskun ve âciz.

Kesin olan bir şey daha var: İnsanın biyolojik sınırlarını aşacağını varsaysak bile bunun onu bilinmeyen, karanlık dehlizlere sürükleyip sürüklemeyeceği belli değil.

Transhümanizmin zaviyesinden bakıldığında, ölümden kurtulmanın tek çaresi makineleşmek gibi gözüküyor. Dolayısıyla bu akımın bir amacı da insanla makine arasındaki ayrım sınırlarını yıkmaktır.

İnsanı benliğinden, duygularından ve bütün aidiyetlerinden soyduğunuzda geriye kalacak olan yaratık, ruhsuz ve duygusuz bir iki ayaklıdan başka bir şey olmayacaktır. Daha doğrusu artık o, gezinen bir robottur; bu ise insanın sonu demektir. Nitekim İsaac Asimov, ’Ben Robot’ isimli romanında, insanı taklit eden robotlarla robotlaşan insanların iç içe geçen ilişkileri insanın sonunu getirecek cinstendir, mesajını verir. Yapay zekâya (robota) insanın özelliklerini vermeye çalışanlar, gerçek zekâyı (insanı) ise makineleştirmenin gayreti içindedir. Son zamanlarda piyasaya sürülen bu benzeri eserler, Batı kültürünün teknolojiyle olan endişe verici ilişkisini de yansıtmaktadır.

O hâlde şunu diyebiliriz: Makine doğallaşırken, insan yabanileşiyor!

Kendi prototipini üretmek için yola çıkan insan, kendisini teknolojiye kobay yapacak kadar da gözünü karartmıştır.

İnsan makineleşirse ne olur? Asıl soru bu olsa gerek. Aldoux Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı kurgu romanı insanın makineleşmesinin acıklı bir hikâyesidir, teknolojiye esir olan insanın korkunç bir tasviridir. İnsanın makineleştiği dünyada tek gerçeklik teknolojidir. Sevgi, şefkat, merhamet, sadakat gibi duygular yoktur. Her biri Dünya Devleti’nin yurttaşları olan insanlar kuluçka makinelerinde ihtiyaç kadar ve belli kalite kademelerinde üretilirler. Mutlu olmak isteyenler soma hapı alırlar. Aile kavramı yozlaşmıştır. İlginç olan şu ki, hepsi belli bir ömrü tamamladığında hızla yaşlanmakta ve ölmektedir. "Gençlik, neredeyse hiç bozulmadan altmışa kadar sürüyor, sonra küt! Ve son." (s. 123.)

Teknolojinin bahtsız insan-makinesi küt diye yıkılırken ölüm dimdik ayaktadır!

Son söz…

Tek ve yanılmaz rehber olarak aklı kabul eden ve bir gün ölümü yeneceklerine inanan aklıevvellere “Her can ölümü tadıcıdır.” (Ankebut, 29/57.) ayetini hatırlatmanın bir anlamı yok.

Suyun öte yakasındakilere de "Hepimizin öleceği kesin, toprağa dökülüp yeniden toplanamayan su gibiyiz…" (2. Samuel 14:14.) diyen İncil ayetini okumanın bir manası yok.

Onlar ölüme tuzak kurma inatlarından vazgeçmeyecekler. Lâkin filmin sonunda ölümün kendilerini teker teker avlayacağını biliyorlar.

İstedikleri kadar makineleşsinler; ama öyle ama böyle bir son kullanım tarihleri mutlaka var…

Ölüm öldürüldüğü gün geri dönme umuduyla Araf’ta bekleşenler ’Nihai hüküm günü’ için bekleme salonundan içeriye çoktan buyur edildiler. Artık geri dönmeyecekler zira onlar da gerçek birer ölü!

Ölümü öldüremeden ölen bahtsızlar (transhümanistler) ve kendilerini dondurtanlar nihayette aynı kaçınılmaz sonda buluşuyorlar: Ölümde!