Makale

TAŞLARIN HİKÂYE ANLATTIĞI KENT Mardin

TAŞLARIN HİKÂYE ANLATTIĞI KENT
Mardin

Seher Meriç

Geçenlerde bir arkadaşım, “Sosyal medya hesabında, ‘Seyahatin önündeki tek engel kapının eşiğidir.’ yazmışsın. Peki, ben niye şu kapının eşiğini atlayıp geçemiyorum.” dedi. Sonra hiç ara vermeden kendi sorduğu sorunun cevabını yine kendi verdi: “Çünkü bizim paçamızdan tutan çocuklar var” dedi. “Hem zaten sen kuş gibisin.” diye ekledi. Bu söz beni gülümsetti. Kuş gibi olmak demek böyle bir şey. Bir oradasın bir burada. “Ama kuşlar da çocuklarıyla uçabiliyorlar, yavrusunu bırakıp göç eden bir kuş yok ki.” dedim arkadaşıma...
“Devir teknoloji devri, yüz yüze iletişim kalmadı, biz çocukken sokakta oyunlar oynardık.” diye hayıflanıyoruz. Şimdi, çocuklarımızın ellerinden telefonları ve tabletleri alamıyoruz. Alsak bile onun yerini neyle dolduracağımızı bilmiyoruz. İşte bir fırsat, yapmayı sevdiğimiz işlere onları da ortak edelim. “Peki, nereden başlayalım?” diyorsunuz sanırım. Mesela, yolculuğa çıkın. Yolculuktan kastım, çok yıldızlı bir otele gitmek değil tabii. Burada hemen İmam-ı Gazali’nin şu sözü aklıma geldi: “Uzak mesafelere ulaşmak, yakın mesafeleri aşmakla mümkündür.”
Evet, gelelim bu ayki yazıma… Bir bilmeceyle başlamak istiyorum. “Gündüzü seyranlık, gecesi gerdanlık.” desem ya da “Taşın Başkenti” veya “Hoşgörü Kenti” diye ipucu versem bulabilecek misiniz bakalım. Eminim çoktan bildiniz: Mardin.
Mardin’e üçüncü gelişim ve her geldiğimde sanki ilk defa görmüşüm hissine kapılıyorum. Burası, eski ve yeni olarak ikiye ayrılıyor. Bizi daha çok ilgilendiren eski Mardin tarafı. Konaklamayı genellikle yeni tarafta yapıyorum. Eski tarafta da çok güzel, geleneksel döşenmiş konaklarda kalabilirsiniz ama biraz kesenin ağzını açmanız gerekecek. Mezopotamya topraklarına bakan bir tepenin eğimi üzerine kurulmuş Mardin’de evler, en az iki katlı ve hiçbirinin gölgesi diğerinin üzerine düşmüyor. Sarı kalker taşından yapılmış evlerin düz çatıları var. Bu sayede yazın serin, kışın sıcak oluyor.
Aracımızı merkezden epey uzağa bıraktıktan sonra fotoğraf makinelerimizi boynumuza takıp kendimizi Mardin’in dar sokaklarına atıyoruz. “Dar” kelimesinin altını çizmem lazım çünkü bu sokaklara araç giremiyor. Hatta çöpler bile sokak arasında dolaşan kadrolu eşekler tarafından toplanıyor. Şaka değil, inanın kadrolu. Hatta geçenlerde bunlardan biri emekli bile olmuş. Mardin’in eski kısmında, her iki tarafında minik dükkânlar olan upuzun bir sokak var. Bu dükkânlarda yöresel tatlılar, çörekler, şekerlemeler, sabunlar satılıyor. Bir yandan yürürken bir yandan da yol kenarlarındaki kuru yemişçilerin ikram ettiği hayalet badem şekerinin tadına bakıyorum. Mardin’de oldukça meşhur bir çerezdir “imlebbes”. Arapça “üzeri kaplanan, örtülen” anlamına geliyor. Kendine has uçuk mavi rengini Lahor ağacının kökünden elde edilen boyadan alıyor. Doğal bir boya ve aynı boya ebru sanatında da kullanılıyor.
Çarşı, o kadar renkli ve hareketli ki aniden bastıran yağmur ne esnafı ne de bizleri etkiliyor. Alt sokaklara atıyoruz kendimizi ve burada sabunculara rast geliyoruz. Sabun deyip geçmeyin, öyle değişik otlardan sabun yapıyorlar ki. Mesela buranın bıttım sabunu pek meşhur. Ufak, kahverengi kabuklu yabani fıstık bitkisinin yağı ile çitlembik olarak da bilinen menengiç ağacının yağından yapılıyor. Buradan hediyelik sabunlarımızı alıyoruz.
Birkaç dükkân ileride, kocaman sepetlerde, kurutulmuş ekmekler satılıyor. “Bakısma” denen bu ekmeklerin mide için çok faydalı olduğu söyleniyor. Birer tane de bakısma alıp sonunu bile göremediğimiz bu dar sokaklarda Ulu Cami’ye doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Önümüzde yürüyen insanlar, sağlı sollu kesen dar yollarda birden gözden kayboluyorlar. Eğer yön bulmakta zorlanıyorsanız bu ara sokakları bilen biriyle dolaşmanızı tavsiye ederim.
“Sora sora Bağdat bulunurmuş.” diye boşuna dememişler. Sonunda Anadolu’nun en eski camilerden biri olan Ulu Cami’nin arka avlu kapısına çok şükür ulaştık. 1100’lü yıllarda Artuklular tarafından yapılan caminin oldukça geniş bir avlusu var. Başımızı şöyle bir kaldırınca muhteşem bir minare görüyoruz. Burada eskiden iki minare varmış ama maalesef sadece biri kalmış. Kalan minare de epey bir tamirat görmüş. Mardin’e gelen herkes mutlaka bu muhteşem minarenin fotoğrafını çekiyor.
Bu şehrin hikâyeleri bitmez, sanki bir masalın içinde gibiyim. Ulu Cami’de öğlen namazımızı kıldıktan sonra önce Zinciriye daha sonra da Kasımiye Medresesi’ne doğru yola çıkıyoruz.
Her iki medresenin de taşları öyle çok hikâye barındırıyor ki. Zinciriye Medresesi, Ulu Cami’ye oldukça yakın. Nasibimizde ne olduğunu hiç bilemeyiz ya. Artuklu Sultanı Melik Necmettin İsa da 14. yüzyılda bu eğitim kurumunu yaptırdığında içinde hapis yatacağını bilememiş. Mardin’in en güzel yapılarından biri olan medresede yüzlerce öğrenci ders almış. Günümüzde de bir eğitim kurumu olarak kullanılıyor.
Şehir merkezine çok yakın olan Kasımiye Medresesi’ne gitmek için belediye otobüslerine binebilir, yaklaşık 10 dakika içerisinde, döneminde 23 tane fakülteye sahip olan 700 yıllık bu medreseye ulaşabilirsiniz. Yapı, daha ilk görüşte sizi kendisine bağlıyor. Hemen önündeki bahçede zeytin ağaçları var. Kapıdan girer girmez, dantel gibi işlenmiş taşlar sizi büyülüyor.
Her tarafı ilim ve irfan kokan bu medresede hem dinî hem fenni ilimler öğretiliyormuş. Hatta medrese duvarlarında astronomi ve tıp bilimine ait simgeler mevcut. Düşünsenize 400 yıl boyunca kesintisiz eğitim verilmiş burada.
Belki de en etkileyici mekân, orta havuzun olduğu avlu kısmı. Burada akan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk ihtiyarlığı ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil ediyor. Daha sonra bu su, kanallarla toprağa aktarılıyor ve toprakta tekrar can buluyor.
Size tavsiyem; bu şehirde sokakları, evleri, çarşıyı, medreseleri, camileri içinize sindire sindire gezmeniz. Mardin’de taşların anlattığı hikâyeler bitmez. Ben dilim döndüğünce size bildiklerimi anlatmaya çalıştım. Ama belki de taşların ve bereketli Mezopotamya topraklarının size anlatmak istediği hikâyeler vardır, kim bilir…
Gündüzü ve gecesi muhteşem olan bu masal şehre gelmeniz lazım… Benden söylemesi…
Hani derler ya bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır diye... Ben şimdi Mardin’e özgü menengiç kahvesini yudumlamak ve yorgunluğumu atmak için ara sokaklardaki küçük kıraathanelerden birine gidiyorum...

Geçenlerde bir arkadaşım, “Sosyal medya hesabında, ‘Seyahatin önündeki tek engel kapının eşiğidir.’ yazmışsın. Peki, ben niye şu kapının eşiğini atlayıp geçemiyorum.” dedi. Sonra hiç ara vermeden kendi sorduğu sorunun cevabını yine kendi verdi: “Çünkü bizim paçamızdan tutan çocuklar var” dedi. “Hem zaten sen kuş gibisin.” diye ekledi. Bu söz beni gülümsetti. Kuş gibi olmak demek böyle bir şey. Bir oradasın bir burada. “Ama kuşlar da çocuklarıyla uçabiliyorlar, yavrusunu bırakıp göç eden bir kuş yok ki.” dedim arkadaşıma...
“Devir teknoloji devri, yüz yüze iletişim kalmadı, biz çocukken sokakta oyunlar oynardık.” diye hayıflanıyoruz. Şimdi, çocuklarımızın ellerinden telefonları ve tabletleri alamıyoruz. Alsak bile onun yerini neyle dolduracağımızı bilmiyoruz. İşte bir fırsat, yapmayı sevdiğimiz işlere onları da ortak edelim. “Peki, nereden başlayalım?” diyorsunuz sanırım. Mesela, yolculuğa çıkın. Yolculuktan kastım, çok yıldızlı bir otele gitmek değil tabii. Burada hemen İmam-ı Gazali’nin şu sözü aklıma geldi: “Uzak mesafelere ulaşmak, yakın mesafeleri aşmakla mümkündür.”
Evet, gelelim bu ayki yazıma… Bir bilmeceyle başlamak istiyorum. “Gündüzü seyranlık, gecesi gerdanlık.” desem ya da “Taşın Başkenti” veya “Hoşgörü Kenti” diye ipucu versem bulabilecek misiniz bakalım. Eminim çoktan bildiniz: Mardin.
Mardin’e üçüncü gelişim ve her geldiğimde sanki ilk defa görmüşüm hissine kapılıyorum. Burası, eski ve yeni olarak ikiye ayrılıyor. Bizi daha çok ilgilendiren eski Mardin tarafı. Konaklamayı genellikle yeni tarafta yapıyorum. Eski tarafta da çok güzel, geleneksel döşenmiş konaklarda kalabilirsiniz ama biraz kesenin ağzını açmanız gerekecek. Mezopotamya topraklarına bakan bir tepenin eğimi üzerine kurulmuş Mardin’de evler, en az iki katlı ve hiçbirinin gölgesi diğerinin üzerine düşmüyor. Sarı kalker taşından yapılmış evlerin düz çatıları var. Bu sayede yazın serin, kışın sıcak oluyor.
Aracımızı merkezden epey uzağa bıraktıktan sonra fotoğraf makinelerimizi boynumuza takıp kendimizi Mardin’in dar sokaklarına atıyoruz. “Dar” kelimesinin altını çizmem lazım çünkü bu sokaklara araç giremiyor. Hatta çöpler bile sokak arasında dolaşan kadrolu eşekler tarafından toplanıyor. Şaka değil, inanın kadrolu. Hatta geçenlerde bunlardan biri emekli bile olmuş. Mardin’in eski kısmında, her iki tarafında minik dükkânlar olan upuzun bir sokak var. Bu dükkânlarda yöresel tatlılar, çörekler, şekerlemeler, sabunlar satılıyor. Bir yandan yürürken bir yandan da yol kenarlarındaki kuru yemişçilerin ikram ettiği hayalet badem şekerinin tadına bakıyorum. Mardin’de oldukça meşhur bir çerezdir “imlebbes”. Arapça “üzeri kaplanan, örtülen” anlamına geliyor. Kendine has uçuk mavi rengini Lahor ağacının kökünden elde edilen boyadan alıyor. Doğal bir boya ve aynı boya ebru sanatında da kullanılıyor.
Çarşı, o kadar renkli ve hareketli ki aniden bastıran yağmur ne esnafı ne de bizleri etkiliyor. Alt sokaklara atıyoruz kendimizi ve burada sabunculara rast geliyoruz. Sabun deyip geçmeyin, öyle değişik otlardan sabun yapıyorlar ki. Mesela buranın bıttım sabunu pek meşhur. Ufak, kahverengi kabuklu yabani fıstık bitkisinin yağı ile çitlembik olarak da bilinen menengiç ağacının yağından yapılıyor. Buradan hediyelik sabunlarımızı alıyoruz.
Birkaç dükkân ileride, kocaman sepetlerde, kurutulmuş ekmekler satılıyor. “Bakısma” denen bu ekmeklerin mide için çok faydalı olduğu söyleniyor. Birer tane de bakısma alıp sonunu bile göremediğimiz bu dar sokaklarda Ulu Cami’ye doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Önümüzde yürüyen insanlar, sağlı sollu kesen dar yollarda birden gözden kayboluyorlar. Eğer yön bulmakta zorlanıyorsanız bu ara sokakları bilen biriyle dolaşmanızı tavsiye ederim.
“Sora sora Bağdat bulunurmuş.” diye boşuna dememişler. Sonunda Anadolu’nun en eski camilerden biri olan Ulu Cami’nin arka avlu kapısına çok şükür ulaştık. 1100’lü yıllarda Artuklular tarafından yapılan caminin oldukça geniş bir avlusu var. Başımızı şöyle bir kaldırınca muhteşem bir minare görüyoruz. Burada eskiden iki minare varmış ama maalesef sadece biri kalmış. Kalan minare de epey bir tamirat görmüş. Mardin’e gelen herkes mutlaka bu muhteşem minarenin fotoğrafını çekiyor.
Bu şehrin hikâyeleri bitmez, sanki bir masalın içinde gibiyim. Ulu Cami’de öğlen namazımızı kıldıktan sonra önce Zinciriye daha sonra da Kasımiye Medresesi’ne doğru yola çıkıyoruz.
Her iki medresenin de taşları öyle çok hikâye barındırıyor ki. Zinciriye Medresesi, Ulu Cami’ye oldukça yakın. Nasibimizde ne olduğunu hiç bilemeyiz ya. Artuklu Sultanı Melik Necmettin İsa da 14. yüzyılda bu eğitim kurumunu yaptırdığında içinde hapis yatacağını bilememiş. Mardin’in en güzel yapılarından biri olan medresede yüzlerce öğrenci ders almış. Günümüzde de bir eğitim kurumu olarak kullanılıyor.
Şehir merkezine çok yakın olan Kasımiye Medresesi’ne gitmek için belediye otobüslerine binebilir, yaklaşık 10 dakika içerisinde, döneminde 23 tane fakülteye sahip olan 700 yıllık bu medreseye ulaşabilirsiniz. Yapı, daha ilk görüşte sizi kendisine bağlıyor. Hemen önündeki bahçede zeytin ağaçları var. Kapıdan girer girmez, dantel gibi işlenmiş taşlar sizi büyülüyor.
Her tarafı ilim ve irfan kokan bu medresede hem dinî hem fenni ilimler öğretiliyormuş. Hatta medrese duvarlarında astronomi ve tıp bilimine ait simgeler mevcut. Düşünsenize 400 yıl boyunca kesintisiz eğitim verilmiş burada.
Belki de en etkileyici mekân, orta havuzun olduğu avlu kısmı. Burada akan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk ihtiyarlığı ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil ediyor. Daha sonra bu su, kanallarla toprağa aktarılıyor ve toprakta tekrar can buluyor.
Size tavsiyem; bu şehirde sokakları, evleri, çarşıyı, medreseleri, camileri içinize sindire sindire gezmeniz. Mardin’de taşların anlattığı hikâyeler bitmez. Ben dilim döndüğünce size bildiklerimi anlatmaya çalıştım. Ama belki de taşların ve bereketli Mezopotamya topraklarının size anlatmak istediği hikâyeler vardır, kim bilir…
Gündüzü ve gecesi muhteşem olan bu masal şehre gelmeniz lazım… Benden söylemesi…
Hani derler ya bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır diye... Ben şimdi Mardin’e özgü menengiç kahvesini yudumlamak ve yorgunluğumu atmak için ara sokaklardaki küçük kıraathanelerden birine gidiyorum...