Makale

Gurbette

Gurbette

Yirmi yaşında genç bir kadın… Henüz hayatın baharında... Evleneli daha birkaç ay olmuş. Akranları pembe hülyalar içinde yaşayadursun o, sorumlulukları üst üste dizip sırtlanmış. Yetmemiş hayaller kurmuş geleceğe dair. Kendi için, eşi için, doğmamış çocukları için… Bitimsiz enerjisi, coşkun azmiyle hayallerini gerçekleştirecek gücü buluyor kendinde. Çalışmak gerek fakat imkânlar kısıtlı. Hayat olanca zorluğuyla üzerine geliyor. Çıkış yolu arıyor kendince. Bir gurbet lafıdır, önce kulağına çalınıyor ardından diline dolanıyor. Gurbet… Gün geçmiyor ki mahalleden birinin, bir tanışın Almanya’nın yolunu tuttuğunu duyuyor. Eşine açıyor bu fikri. Biz de gidelim diyor. Biraz zaman alıyor aileleri ikna etmek. Sonra başvurular, evraklar, sağlık muayeneleri…
Birkaç ay postacının yolu gözlenir pencerelerde. Nihayet beklenen haber gelir. İş bulunmuştur Almanya’da. Bir iplik fabrikasında... Hemen işlemlere başlanır. Ancak kadının muamelesi daha çabuk biter. Kocasının biraz daha beklemesi gerekmektedir. İmzalar atılır. Kadın, eşinin de hemen arkasından geleceğini umarak valizini hazırlar. Sirkeci Garı’na yol görünmüştür artık. Kucaklaşılır, dualar edilir, vedalaşılır.
Bakışları çelikten genç bir kadın, elinde küçük deri valizi ve karnında henüz varlığından haberdar olmadığı oğluyla biner trene. Cesareti yaşından büyüktür.
O kadın benim annem...
1969 yılının ilkbaharı... Kendisiyle birlikte gelen işçi kadınlarla beraber fabrikanın kadınlara tahsis edilmiş misafirhanesine yerleştirilir önce. Ortak kullanım alanları ve büyükçe bir yemekhanesi olan bir binadır burası. Türkler yoktur burada sadece, Yunan, Macar, Bulgar hatta İranlı kadınlar da vardır. Yabancı bir dil, yabancı bir memleket, uzaklarda bir eş...
Çalışma temposu yoğundur. Gün doğmadan kalkılır orada. Herkeste bir telaş. Koşar adım yürüyen insanların memleketi, diye düşünür annem. Fabrika kapısında patron her daim hazır bekler ve geç kalanları not defterine yazar durmadan. Bir dakikalık bir gecikmeyi bir hafta, bir ay ve sonra bir yılla çarpar. Ortaya çıkan zararı haykırır işçilerin yüzüne. İşe geç kalmak bağışlanamaz bir suçtur. Ancak azimlidir annem. Canla başla çalışır, gençliğinin hakkını verir. Bir de arada tutan baş dönmeleri olmasa... Bulantılar da eşlik etmeye başlayınca bu hâle, fabrikanın revirine gider. Bir doktora görünmesini söyler revirdeki kadın. Hamile olduğunu öğrenir annem. Sevinir elbet, sevinir ama kaygı da kaplar bir yandan içini. Babam henüz gelememiştir yanına. Hem yabancı bir memleket, daha kendi alışamamış. Yol bilmez, dil bilmez, nasıl büyütecek yavrusunu?
Aylar ayları kovalar. Annemin hamileliğinin yedinci ayında gelebilir ancak babam. Gelir de kalacak yer sorunu vardır bu kez. Misafirhane kurallarına göre çocuklu aileler kalamazlar orada. Doğum da yaklaşmıştır. Ocak sonunu tarih verir verir doktorlar.
Ayrı ayrı odalarda kalırlar misafirhanede. Yemek saatlerinde bir araya gelebilirler sadece. Bazen de doğuma yardımı olsun diye uzun yürüyüşlere çıkarlar babamla. Bu arada iş, aynı tempoyla devam eder. Ancak bir gün yemekhanede beklenmedik bir şey olur. Annemin ara ara gelen sancılarla kasılan yüzünü gören bir kadın yanına yaklaşır ve eğilerek kulağına fısıldar: “Kardeş, sen doğum sancısı çekiyorsun. Saat tuttum on dakikada bir sancılanıyorsun, kalkın doktora gidin.” Annem inanmak istemez. Daha vakit vardır. Ocak sonu demiştir doktor, oysa aralık ayındadırlar. Hayır, der. Erken daha, der. Dün karda yürüyüşe çıkmıştık, üşüttüm herhâlde, diye düşünür. Ardından bir sancı daha gelir. Apar topar hastanenin yolu tutulur. Ana yok, bacı yok, hısım akraba yok. Bu el memleketinde tek başına nasıl doğum yapacak? Üstelik dışarısı kar kıyamet.
Zar zor yakındaki bir Alman hastanesine giderler. Katolik rahibelerin hemşirelik yaptığı bir hastanedir burası. Üstelik tam da gecesini bulmuştur. 26 Aralık, Noel ayininin yapıldığı gece. Asık yüzlü bir rahibe girer doğumhaneye, koltuk altında yün yumağı, elinde şişleriyle. Bir köşedeki koltuğa oturur ve buyurgan sesiyle anneme ne yapması gerektiğini söyler, gözünü örgüsünden ayırmadan. Ayini yarım bırakmak zorunda kaldığı için öfkelidir belki de. Annemin korkusu büyük. İlk doğum, tecrübesiz, yapayalnız bir kadın. Karşısında, küçücük bir şefkat sözcüğünü bile esirgeyen kara bir gölge... Annem haykırmakta, aşağıdan gelen ne olduğunu bilmediği sesler eşliğinde... Tek başına gerçekleştirir doğumu. Kucağında toparlak bir oğlan çocuğu elini kolunu oynatmakta... Sarılır çocuğuna, ağlar, dışarıda tipi camları uğuldatmakta... Bu zemheride kalacak yer de bulunmaz şimdi, nasıl çıkacaktır feraha?
Gurbet, der annem o günü anlatırken, en çok o gün dikenli bir yumruk gibi battı boğazıma...