Makale

PROF. DR. SAADETTİN ÖKTEN İLE RAMAZAN MEDENİYETİ VE AİLE ÜZERİNE

PROF. DR. SAADETTİN ÖKTEN İLE
RAMAZAN MEDENİYETİ VE
AİLE ÜZERİNE

1942 yılında İstanbul’da doğan Saadettin Ökten, 1959’da Vefa Lisesini bitirdi. 1964’te İTÜ İnşaat Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl İTÜ Mimarlık Fakültesine asistan olarak kabul edildi. 1971–73 yıllarında ABD’de misafir doktora öğrencisi olarak bulundu. 1980 yılında Belçika’da bilimsel araştırmalar yaptı. 1982 yılında doçent, 1989’da profesör oldu. 2004 yılında kendi isteği ile emekliye ayrıldı. 2009’da üç ay süre ile Viyana’da VONDER bünyesinde dersler verdi. Hâlen Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde ders vermeye devam etmektedir.
Sadettin Ökten, yapı mühendisliği alanındaki eğitim öğretim ve araştırma faaliyetlerinin yanında proje düzeyinde mesleki uygulamalar da yapmış ve yapmaktadır. Ayrıca bilim tarihi ve felsefesi, kültür, medeniyet ve sanat alanlarına özel ilgi duymaktadır. Bu konudaki çalışmalarını farklı üniversitelerde verdiği Bilim Tarihi, Yapı Teknolojisi Tarihi, Kent Kültürü ve Kent Estetiği dersleri ile değerlendirmiştir. Ökten, mesleki faaliyetinin yanı sıra kültür ve sanat alanındaki çalışmalarını da sürdürmektedir.


Söyleşimize rahmet ve merhamet mevsimi olan üç aylardan ve bu mevsimin âdeta zirvesi olarak telakki edilen ramazan ayından söz ederek başlayalım. Üç aylar, medeniyet inşamızda nasıl bir öneme sahip?
Hayat dediğimiz vakıa belli zaman ve mekân şartları içinde gerçekleşen eylemlerimizden oluşuyor. Bir zaman süreci içinde gerçekleşen bu vakıanın akışı, insanoğlunun başlangıçta kestiremediği periyotlar zarfında bazen sıkıcı bir rutin bazen de cezbedici bir maceraya sahne olmaktadır. Genellikle gündelik hayatın alışılmış rutini içinde geçen zamanımız çoğu kez beklemediğimiz olaylarla etkileyici, çekici, zaman zaman belki sihrine kapılıp kaybolduğumuz anlarla ayrı bir renk kazanıyor.
İslam medeniyet tasavvuru bir Müslüman’ın hayatını vazettiği ana kurallar ve o kurallardan doğan örf ile düzenlemekle birlikte yukarıda sözünü ettiğimiz rutinlerle bu hayatın mahpus hâle gelmemesini de sağlamıştır. Diğer bir deyişle Müslüman’ın hayatındaki özel zamanları, yani cazip etkileyici ve eğitici anları, belli bir program dâhilinde tertiplemiştir. Ramazan ve zamanın diğer anlarındaki mübarek vakitler, bu özel tertibin eseridir. Bir Müslüman, kendisi hissetmese bile varoluşunun bu özel ani düzenlemeleri ile yeniden hayatiyet kazanacağını bilmek mecburiyetindedir.
Neticede üç aylar, Müslüman’ın özellikle düşünce ve duygu dünyasında yeni bir tazelenmeye vesile olur. Çünkü alışılmış hadisat içerisinde akıp giden zaman, insanı maddeten ve manen yıpratıyor. Sözünü ettiğimiz mübarek aylar, bu yıpranmaya dur demenin zamanı olmakla birlikte bunun ötesinde var oluşumuzun İslam medeniyet tasavvurunun esaslarına göre yeniden inşa ve ihya edilmesi anlamını taşımaktadır.
Malumunuz ramazan, birbirinden değerli pek çok hasletle geliyor bizlere. Bu güzelliklerden biri de çevremiz ve ailemizle olan ilişkilerimizin bu kutlu ayda farklılaşması, iyileşmesi. Ramazan ayının özelde aile içi genelde ise toplumla olan ilişkilerimizi düzenlemeye ne gibi katkıları vardır?
Çağımız insanı, modernitenin üç temel göstergesi olan hız, haz ve ayartı dünyasında yaşıyor. Sekülerleşmiş bir Batılı için bu üçlünün dışında bir başka dünya tasavvuru söz konusu değildir. Çünkü Batılı modernist insan, Rönesans’tan itibaren peyderpey önce mistik sonra da metafizik dünya ile olan ilişkisini kesmiştir. Onun elinde sadece içinde yaşadığı ve algıladığı duyu organları ile sınırlı kalan fiziksel dünya vardır. Ne kadar çabalarsa çabalasın pek küçük istisnalar hariç bu dünyanın dışına çıkamıyor. Ancak bir Müslüman için durum bu değildir. Modern zamanda da yaşayan bir Müslüman, çok şükür ki manevi iklim ile olan alakasını saf ve temiz bir şekilde hâlen sürdürmektedir ancak bu Müslüman da şu zaman diliminde modernitenin ona dayattığı şartlar içinde yaşamak mecburiyetinde. Şu hâlde yapılacak olan şey; an bazında “ramazan-ı mağfiret nişan”da (Fethi Gemuhluoğlu Bey merhum ramazan-ı şerifi böyle tavsif ederlerdi.) moderniteye ve onun dayattığı hayat şartlarına bir miktar “Dur!” demektir.
Buradan kurtardığı zamanı, düşünce ve duygu duruluğunu önce kendi iç dünyasına sonra da ailesine ve çevresine yansıtmalıdır. Malumdur ki iç dünyası mamur olmadan bireyin, etrafına bir feyz ve bereket vermesi mümkün olamıyor. Kısaca söylersek ramazanda olağan ve alışılmış şeyler, terk edilemese bile yavaşlatılır hatta tehir edilirler, bu hadiseden arta kalan her neyse, o güzellikler önce kendimize sonra çevremize hasredilir.
Ramazan’da ailelerimizle daha çok vakit geçiriyoruz. Bunun sosyal yapımıza katkıları nelerdir? Bu katkıları daha da fazlalaştırmak için yılın diğer zamanlarında neler yapılabilir?
Vakit geçirmekten kasıt saat ile ölçülen zamanın uzunluğu veya kısalığı değildir, o zaman zarfında cereyan eden olayların niteliği önemlidir. Eğer vakit geçirmek için vakit geçiriyorsanız boşa zahmet etmişsiniz demektir. İçinizde olağan ve alışılmışın ortaya koyduğu rutinlerden kaçarak meydana getirdiğiniz zenginlik yoksa geçirilen zaman heba olmuş sayılır.
Birey önce kendini donatmalıdır iç dünyası itibarıyla. Aksi hâlde ramazan da bir rutine dönüşür. Bir Müslüman, her ânı, ilahi olarak lütfedilmiş bir imkân şeklinde görmeli ve bu imkânı heba etmemenin şevki ve gayreti içinde olmalıdır. Bu şevk ve gayret, bilinçte belirip kendisini hissettirince ramazana hazırlığın heyecanı başlıyor. Bir büyük ve kutlu zaman dilimine kavuşmanın ruha verdiği ürperti içerisinde modernitenin rutinlerinin önemi giderek gözden kaybolur. Müslüman’ın iç dünyasında oluşan bu büyük coşku, onun bütün hâllerine de yansımaktadır, ramazanda insanların bir başka kisveye bürünmelerinin sebebi budur.
Bir Müslüman, hayatın her safhasında olduğu gibi ramazanın feyz ve bereketini de Allah’tan niyaz ederek bu kutlu zamanın hazırlığına başlar. İç dünyası böyle zenginleşmiş bir Müslüman, önce kendisine sonra yakın çevresine daha sonra dostlarına muhabbetle nazar eder. Çağımızda insanlar sadece muhabbetle nazara bile hasret kalmışlardır. Böyle yapan bir Müslüman’a aşk olsun.
Ramazan denildiğinde akla gelen başlıca kavramlardan ikisidir iftar ve sahur. Bu iki mübarek vakit de genellikle aileler ile geçirilir. İftar ve sahur sofralarının aile olma bilincine, toplumsal muhabbete, paylaşma ve kaynaşma bilincine katkıları nelerdir?
Yukarıda da belirtildiği gibi hayatımızda bazı özel anlar var. Ramazan, yıl içindeki özel ve güzel bir zaman süreci olmakla birlikte ramazanın günleri içinde yine müstesna iki vakitten söz ettiniz; iftar ve sahur. Orucun getirdiği yüce maneviyatın kulun üzerinde zirveye eriştiği anlar, iftar anlarıdır. O anları sükûnet, hüsün, müsamaha ve muhabbetle geçiriyoruz inşallah. Hiçbir şey yapmasak bile bu sözünü ettiğimiz ahval, kalpten kalbe yol vardır, fehvasınca mutlaka ve mutlaka aynı mekânı ve zamanı paylaştığımız diğer insanlara da intikal ediyor.
Sahur ise bir Müslüman’ın tekrar kutlu bir zaman dilimine hazırlandığı vakittir. Bilinmeyen, özlenen ve cazip bir ülkeye doğru yola çıkmaya hazırlanan seyyah düşününüz, her yeni gün bir Müslüman için o ülke gibidir. O yeni günde ne gibi tecelliyat ile karşılaşacağını bilemez ve o kutlu vakte, o yeni güne sahurda hazırlık yapar, azığını ve hırkasını yanına alır. Azığı tevhit, hırkası da ilticadır.
Çocuklarımız iftar ve sahur sofralarından ne öğrenmelidir?
İsterseniz önce şu soruyu soralım kendimize; biz acaba ne öğrendik bu sofralardan ki çocuklarımıza öğretebilelim. İftar sofrasında sabrı, o kutlu zamanda ruhlara ikram olunan cemali, o cemalin kalbe getirdiği inşirahı, o inşirahın nazara intikali ile oluşan muhabbeti öğrenmişsek bunlardan nasipdar olursak bizden sonrakilere de bunları intikal ettirebiliriz. Böyle bir nasip yoksa iftar zamanı sadece belli bir işareti beklemenin ve o işaret gelince harekete geçmenin ötesinde başka bir anlam ifade etmez. Çocuklar da sadece o anlamı öğrenirler vesselam.
Çocuklarımıza değerler eğitimi verme ve kültürel mirası aktarma bakımından bu ayı nasıl değerlendirmeliyiz?
Yukarıda hep söylemeye çalıştık; bende bir şey yoksa çocuklarıma ne verebilirim, sadece biçimden ve kuru emirden başka… Ben yaşayamıyorsam ve bunu aleni ifadeden bile acizsem çocuğum nasıl yaşasın. Yapıyormuş gibi yapmakla hiçbir şey olmuyor.
İftar vakti ve ramazan ayı, bir baba ve dede olarak benim için iç dünyamı zenginleştiren, orada derin ruhsal ürperişler uyandıran bir olgu değilse bu süreçleri sadece biçimlere bağlı olarak “El gün ne der?” endişesi ile yaşıyorsam vah bana yazık bana; çocuğuma kuru ve katı cansız biçimden başka ne aktarabilirim, önce ben kendimden başlamalıyım. Değerler eğitimi sözle olmaz, eskilerin tabiri ile hâl ile olur.
Ramazan ayı, bayramın da müjdeleyicisi. Bayramlar ise toplumsal birlikteliğimizin vesikası. Ailelerimizi bayrama nasıl hazırlamalıyız? Hakiki anlamda bayram edebilmek için ramazanda neler biriktirmeliyiz? Tüm bu birikimlerimizi bayrama nasıl yansıtmalıyız?
Ramazan ayı ve o aydaki özel eylemlerimiz her hâlde bir muhassala hâsıl etmelidir, aksi hâlde ramazanın getirdiği manevi fırsat fevt edilememiş olur. Bayram tıpkı bir mektepten mezun olunduğunda alınan diploma gibi ramazanın feyz ve bereketinin muhassalasının tasdiki ve tebcili olarak anlaşılmalıdır. Bilindiği üzere bayramın muradı da budur.
Ramazan ayında iç dünyamızda oluşan aziz ve engin duygusallık, bayram ile birlikte bir şükür ve hamt zirvesine erişiyor. Müslümanın bu niteliği ramazanda kazandığı ve bayramda da bu niteliğin diğer Müslümanlar tarafından onaylandığını görmekteyiz. Zira Müslüman’ın diğer bir Müslüman’a şehadeti büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan baktığımızda bayram günlerinde ramazanda lütfedilip kazandırılan niteliklerin diğer insanlara bezledilmesi icap eder. Bu hadise, bir Müslüman için olmazsa olmazdır. Hayata yansıyan eylemlere baktığımızda ise davranışlarımızda muhabbet ve müsamahayı görüyoruz.
Hüsn-ü hâle davet, kalpleri kazanmak, tevazu ve samimiyetle hizmet, bir Müslüman’ın bayramda gözeteceği birkaç niteliktir. O zaman Allah dostu şairin dediği gibi “bayram ol bayram olur.”