Makale

YİRMİ YILA GEREK YOK

HATIRA DEFTERİ

YİRMİ YILA GEREK YOK

Osman KOCAOĞLU
Adana Sarıçam Abdurrahmanlar Camii İmam-Hatibi

Ahsen-i takvim üzere yaratılan biz insanlar, bazen başkalarının hayatından bazen de yaşadıklarımızdan öğreniriz hayatın gerçeklerini. Aslında hayatımızda olumlu ya da olumsuz yaşadıklarımız zamanla tecrübeye dönüşse de her zaman onlardan ders çıkaramayabiliriz. Bazen de damdan düşenin yanına gitmemiz gerekir. Kendi tecrübelerimiz ve başkalarından öğrendiklerimiz, hayatın inişli yokuşlu yollarında önümüze ışık tutarak bize rehberlik edebilir.
Bu hâl üzere insanın, hayatında bir şeyleri öğrenmesi ve tecrübe edinmesi için bazı olayları yaşaması gerekir. Mesleğimin dördüncü yılıydı. İşim hazır, evlenmem için önümdeki tek engel askerlik, vatan borcu idi. Vatan borcumu ödemek için askere gitmiştim. İlk vardığımda ve bizimle beraber askere gelen arkadaşlarımızla toplanıp içtima alındığında bölük komutanımız gelip bizlere askerlikle alakalı birçok şey anlatmıştı. O konuşmasının içerisinde komutanımızın şu sözü çok dikkatimi çekmişti, "Burada çok şeyler öğrenerek memleketlerinize döneceksiniz." Öyle de oldu, öğreniyorduk nasıl yürüneceğini, yeme içme ile alakalı kuralları, tertip ve düzen ile alakalı kuralları, şahsi temizlikleri ve toplu bir şekilde yaşarken uyulması gereken kuralları. Bununla beraber yaptırılan şu vazifeye akıl erdiremiyordum: Yağmur yağarken yolda biriken suların süpürülmesine, evet yağmur yağarken. Sonra anladım. Bir askerin canını vereceği vatan için yağmur yağarken bile vazifeye devam etmesi, kanını vereceği bayrak için kar yahut soğuk demeden nöbetini tutması gerektiğini. Askerlik bitiyordu çok şeyler öğrenmiştik. Annelerimizin ve babalarımızın kıymetini, hısım ve akrabalarımızın değerini. Teskereyi alıp tekrar mesleğime başladığımda anladım mesleğimin kıymetini. Yağmur yağarken yolda biriken suları süpürmek mantıksızdı ama çok sevdiğim mesleğim için günlük bir saat olsun görev yaptığım camimin temizliği, tertip ve düzeni için de uğraşmam gerekiyordu. O günden sonra bunları kendime görev bilerek yapmaya başladım. Bunları yaptığımda camimin cemaati artmış, cemaatimin bana karşı tutum ve davranışı olumlu olmuştu. Daha önce ön yargılı davranarak göremediğim güzellikler severek, özenerek ve değer vererek yaptığım bu işimde de yavaş yavaş gün yüzüne çıkmıştı.
Artık bir şeylerin daha da farkına varıyordum; görevimin sadece beş vakit ezan okuyup namaz kıldırmak olmadığının. Cami derslerine başladık. O kadar çok zevk alıyordum ki bir vakit namazda olmadığımda, hocasını göremediğinde telefonuna sarılıp hocam bir sıkıntınız mı var, diye soran ve telaşa kapılan cami dersi cemaatimin varlığından. Aslında sadece Kur’an öğrenmiyorduk, bu vesile ile birbirimizi daha çok tanıyor ve Müslümanın Müslüman hakkında olumlu düşünmesi gerekliliğini de birlikte yaşıyorduk.
Yıl iki bin on sekiz ve aylardan Ağustos. Adana’mızın en sıcak günlerinden biri, günlerden Cuma. Kızım Elif ufak bir ameliyat olacağı için hastanedeyiz. Hastaların yoğunluğundan dolayı ameliyat gecikirken Cuma namazının vakti yaklaşıyordu. İşi riske atmamak için cami cemaatimizden namaz kıldırmasını bilen birisini telefonla arayarak yetişememem durumunda namazı kıldırmasını ve Cuma salası okunduğunda caminin klimalarını açmasını söyledim. Geç de olsa hastanedeki işimiz bitmiş ve ezan saatine kırk dakika kalmıştı. Görev yaptığım camiinin hastaneye uzaklığı otuz beş kilometreydi. Ezanın okunmasına on dakika kala camiye geldiğimde Cuma namazını kıldırması için aradığım arkadaş caminin klimalarını açmış, kendisi de mihraba geçmiş Kur’an-ı Kerim okuyordu. Cami cemaati de abdestlerini almış ben olmadığım için caminin dışarısında bekliyorlardı. Benim geldiğimi gördüklerinde caminin kapısından girer girmez hepsinin benim peşimden camiye girdiklerini gördüm. Yirmi yıldır fark edemediğim cami için bir imamın ne kadar önemli olduğunu, cami cemaatinin hocalarını ne kadar çok sevdiğini o gün gördüm. Acaba bunları görmem için bunları yaşamam mı gerekiyordu? Belki ben bunları yaşamadan emekli olsaydım cami cemaatimin beni bu kadar sevdiğini, benim de cemaatimi ne kadar sevdiğimi anlayamazdım. Ve yeni göreve başlayan meslektaşlarıma camii cemaatinizi sevmeniz için yirmi yıl beklemenize gerek yok, demek istiyorum. Onların, siz hocalarını çok sevdiklerini anlayın yeter. Yunus Emre’nin de söylediği gibi, “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”