Makale

METROPOL PARKINDAKİ AĞUSTOS BÖCEĞİ

METROPOL PARKINDAKİ AĞUSTOS BÖCEĞİ
Hikâyeyi bilirsiniz aslında. Şehrin kalabalık ve gürültülü caddelerinden birinde gezerken yanındakilere dönüp “Bir ağustos böceği şarkı söylüyor, karşı kaldırımın ardındaki parkta.” der Kızılderili şefi. Sonra hızlı adımlarla yürümeye başlar parka doğru. Yanındakiler inanmaz ona önce ama küçük çalılığın alt dalındaki böceği avuçlarına aldığında şok olurlar. “Nasıl olur, doğaüstü güçlere sahipsin sen.” dediklerinde ise cebinden çıkardığı bozuk parayı atıverir kaldırıma usulca. Metalin kaldırımda çıkardığı cılız ses, pek çok başı çevirtir. İnsanlar “Acaba benden mi düştü?” diyerek ararlar bozukluğu, meraklı gözlerle…
Sonrasında, “İnsan…” der bilge şef, “Neye değer veriyorsa onu görür, onu duyar ve onu hisseder. Değer verseydiniz siz de, şarkıyı duyabilirdiniz.”
Dünya meşgalesi içinde oradan oraya savrulan insanoğlu, ne yazık ki göremiyor çevresindeki kıymetli hazineleri. Yanı başında usulca onu bekleyen yüzlerce, binlerce, sonsuz güzelliği ıskalıyor nedense. Kâh her gün önünden geçtiği ahşap evin kündekârî kapısı kâh asırların nefesini taşıyan bir cami şadırvanındaki kuş yuvası… Şarkısını söylüyor kendi lisanınca her birisi. “Buradayım; beni es geçme; gel biraz soluklan, benden kendine odaklan…” diyor âdeta hepsinin sesi…

“Yolumu oraya düşüreyim, bir de ben göreyim.” isimli yazımıza hoş geldiniz. Birazdan okuyacağınız satırların pek çoğunuzu şaşırtacağına olan inancımızla başlıyoruz.
“Acaba neresi orası?”, “Uzak mıdır?”, “Tamam anlatıyorsunuz da ben oraya nasıl giderim?” nevinden sorularınız varsa lütfen unutunuz ya da kendinizi bu soruları hiç sormamış kabul ediniz.
Bugünkü konumuz; adını belki çoğunuzun duyduğu Akköprü. Evet, Akköprü. Binlerce Ankaralının hemen her gün önünden geçip gittiği, 797 yıllık Akköprü.
Akköprü, sadece Ankara sınırlarında bilinen bir isim değil. Yolu bu kente düşen, başkent ile en ufak teması olan hemen herkesin bildiği bir muhit. Akköprü adını duyduğunuzda akıllara ilk gelen şey ise AVM, sonrasında metro istasyonu, sonra sanayi sitesi, emniyet müdürlüğü, üniversite vs… Listeyi uzatmak mümkün. Ama bölgeye adını veren köprüyü bilen yok maalesef. Üstelik “Öyle bir yer de mi varmış?” tepkileri de cabası.
Selçuklu Dönemi Türk köprü mimarisinin güzide eserlerinden biri olarak kabul edilen ve yüzyıllar ötesinden günümüze ulaşmayı başaran köprü, ne yazık ki yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Yanlış anlaşılmasın, fiziksel bir yok oluş değil bu. “Unutuluş” hastalığına karşı verdiği amansız mücadeleyi kaybediyor bu önemli miras, büyük bir hızla.
Ankara’nın merkezî noktalarından birinde yer alan Akköprü, bir XIII. yüzyıl mirası. Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat adına dönemin Ankara Valisi Kızıl Bey tarafından yaptırılan köprünün açılışı, Hicri 619 (M. 1222) yılının Rebîülâhir ayında yapılmış. Köprü, o günden bugüne dek pek çok yolcuyu revan ettirmiş üzerinden. Hâlâ da sapasağlam ayakta ve Ankara’nın öz evladı olan andezit taşlarının muntazam ahengiyle oluşturulmuş sivri kemeri ve yedi gözüyle herkesi selamlamakta.
Çubuk Çayı (Engürü Suyu), İncesu Deresi ve Hatip Çayı’nın birleştiği noktada yer alan köprü; Anadolu ticaret yollarının en önemlilerinden biri olan Bağdat Ticaret Yolu üzerine inşa edilmiş. Köprünün bir diğer önemli rolü ise döneminin sınır kapısı olması. Tarihî kaynaklar, Ankara’nın surları daima sağlam tutulmaya gayret edilen önemli bir askerî mevki olduğunu yazıyor. Şehrin batıyla bağlantısının ise Akköprü ile sağlandığını vesikalıyor.

Unut(ul)mak maalesef çağın en ciddi problemlerinden. Belki eskiden de öyleydi ama hızla geçip giden zamana hızla gelişen “insanlık” da eklenince bu hastalık daha da derinleşiyor. Kronik unutuş ise tüm muhataplarını derin bir gama sürüklüyor. “Nerede o eski…” türünden cümleler de bundandır belki, unutmayı bir alışkanlık hâline getirdiğimizden...
“Unutulmak, capcanlı iken ölüme terk edilmek değil midir?” sorusuna cevap arayalım o hâlde. Her şehrin “unutulmuş” bir Akköprü’sü vardır elbette. Belki bir kaledir zamanında düşmanı savuşturan; bekli kule uyaran, yangın etrafı sarmadan; belki de suyu şıp şıp damlayan şifalı bir şadırvan… Alalım çocukları, AVM’ye gitmeden önce “Akköprü”leri ziyaret edelim. Altından nazlı nazlı akan suyu izleyelim. Dertlerimizi de o suya verelim, unutmaktan kurtulalım. Sonra karşı dairede oturan ak saçlı amcanın, teyzenin ellerini öpelim. Unutulmaya yüz tutmuş hatıralarına can verelim. Böylece bizler de canımıza can katalım. Çocuklar eskiden de oynardı, büyükler eskiden de giderdi işe. O unuttuğumuz tılsım’ı arayalım öyleyse… Nitekim ağustos böceği hâlâ şarkısını söylemekte…