Makale

RÂBİATÜ’L ADEVİYYE

İZ BIRAKANLAR
RÂBİATÜ’L ADEVİYYE
Hicretin 99. yılı…
Çölün kıyısından Hint vadisine yayılan coğrafi konumu, büyük kültür mirası, etnik zenginliği ile İslam’ın en parlak dönemlerinde Irak…
Bütün yeryüzüne yetecek, insanlığı besleyebilecek ilim ışığı, âdeta bir güneş gibi bu ülkeden yayılırdı. İlim ve irfan meclisleri öylesine meşhurdu ki devrin seçkin âlimleriyle sohbet etmek ve ilmini artırmak isteyenlerin yolu mutlaka ülkenin “âlimlerin beşiği” olarak adlandırılan beldelerine çıkardı.
Fakat ülkenin iki yüzü olduğu gibi iki ayrı da kaderi vardı. Bir yanda çöl bir yanda okyanus; bir yanda ihtişamlı saraylar, sefahat, israf; diğer yanda kenar mahalleler, yoksul kulübeler aç ve muhtaç insanlar…
Hayatın ve ölümün künhüne eren birçok gönül eri işte böyle mahrum ve perişan görünen, yoksul, karanlık kulübelerin içinden bir kandil misali insanlığı aydınlatmaktaydı. Hicri ikinci yılın başlarında bir kutlu hikâye de göz alıcı sarayları, verimli bağları, bahçeleri ile görenleri şaşırtacak kadar kalkınmış Basra’nın dünya nimetlerinden yoksun kulübelerinden birinde yazıldı…
Bir seher vakti, ay ışığı huzmeleri bir fakirhanenin penceresinden içeri sızarken gaybda asılı duran aşk haberi geldi. Madem dördüncüdür, adı Râbia olsun dedi baba, şefkatle tuttuğu minik yavruyu bitap düşen annenin koynuna bırakırken…
Refahıyla hayata sonsuzluktan hilatler biçen o ihtişamlı Basra gün geldi şiddetli bir kuraklığa maruz kaldı. Kıtlık şehrin maskesini değiştirdi. Hırsızlık, rüşvet, köle ticareti… Zengin yoksul ayırt etmeden herkesin hanesi bu kordan nasibini aldı. Fakat en çok sarsılan da “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hud, 11/6.) hikmetince tahammülü azık eyleyenlerdi. Râbia’nın ailesi de açlığa düçar olmalarına rağmen ne el açıp kimseden bir lokma ekmek isteyebiliyor ne de kimsenin malını çalıp çırparak geçinmeye çalışıyordu. Hatta henüz bir çocuk olan Râbia’nın “Babacığım, bizi haramla beslemekten kork. Ben dünyada aç kalmaya sabredebilirim. Ama cehennem ateşinde yanmaya dayanamam!” sözü ailenin bu konudaki hassasiyetini göstermek açısından önemlidir.
Yoksulluğa eklenen kıtlığın aileyi böyle sarstığı bir dönemde Râbia’nın anne ve babası geride dört yetim bırakarak garip gidenler kervanına yürüdü. Râbia ve kardeşleri, hırsızların ve esir tüccarlarının cirit attığı şehirde himayesiz kaldı. Karanlık bir dehlizde kaybolmuş gibiydiler. Sokakta tehlike, yoksul kulübede açlık vardı. Bu çaresizlik içinde dört yetim birbirinden koparıldı. Rabia eline düştüğü esir tüccarı tarafından itilip kakılarak satılığa çıkarıldı. Ve altı dirheme kaba, zorba bir tüccarın evine köle olarak satıldı. Tüccar onu en ağır işlerde çalıştırıyor, ona eziyet ediyordu. Bir gün kötü niyetli bir adamdan uzaklaşmaya çalışırken ayağı kayarak düştü ve bileğini incitti. Yüzünü yere eğerek “Ey Rabbim! Garibim, bir öksüz, bir köleyim; esir düştüm, bileğim incindi ama bundan kederlenmiyorum. Ben ancak senin rızanı istiyorum yalnız benden razı olup olmadığını bileyim yeter.” diyerek niyazda bulundu. (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l Evliya, s.60-61.) Efendilerin; geçici arzuların, nefsinin, paranın esiri olduğu bu dünyada Râbia da bir efendinin esiriydi. Onun ne hayattan ne de insanlardan beklentisi vardı. Özgürlüğünün anahtarı yüreğindeydi.
Günler, geceler birbirini kovalarken, çektiği acılar, gördüğü hakaretler günbegün artarken Râbia da tahammül ve sabır zırhını kuşandı. Teselliyi kaderin sahibine iltica etmekte aradı. Derdi veren sabrını da verirdi elbet. “Ey Rabbim! Sen, kalbimde sana itaat etme arzusu, gözümde yalnız sana hizmet etmek olduğunu bilirsin. Eğer elimde olsaydı senin kulluğundan bir saat kaçınmazdım. Fakat sen beni bir mahlûka köle ettin. Ben ne yapayım.”
Bu yakarışlarını duyan efendisi, kalbi böylesine iman dolu ve ömrünü Rabbine adamış bir kulu alıkoymanın kimseye hayır getirmeyeceğine kanaat getirip onu azat etti. Böylece Râbia kendisini tutsak eden dünyayı terk edip Efendilerin Efendisi’nin açtığı kapıdan özgürlüğe kanat çırptı. Artık aşk bağının toprağında gizlenen tohumun yeşerip filiz verme zamanıydı. Masivadan Hakk’a, kabuktan öze dönmek zamanıydı. Kalbi nefisten arındırarak Sevgili’nin tecelligâhı kılmak zamanıydı. Rotasını belirledi, kalp ile sahibini buluşturmak için Mekke’ye giden bir kervana katıldı. Râbia “Ev Sahibi”ni görme arzusuyla nihayet randevu noktasına ulaştı, gönül aynasında sevgiliyi “bilmek” seyrine daldı.
Ümitli bir yolcu olarak gittiği Kâbe’den, üzerinde Sevgili’den hatıra Kâbe kokusuyla, yüklerinden kurtulmuş, yeniden doğmuş, umduğunu bulmuş bir ruh olarak döndü. Kulluğun aşk ile rızaya ereceğini ihsan bulacağını o kutlu yolculukta iyice kavramıştı. Bu hâl üzere Basra’ya ulaştı. İnsanların onu unuttuğu derme çatma kulübesinde o da her şeyi unuttu.
Hakkında anlatılan menkıbelere bakılırsa iplik eğirerek kazandığı cüzi bir miktarla geçinmektedir. Râbia’nın tek ölçüsü, fani ömrünü Rabbinin rızasına en uygun şekilde yaşamaktır. “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibaret” değil midir zaten? (Ankebut, 29/69.) Dünyalık nimet ve imkânların onu biraz olsun meşgul etmemesi için yokluk içinde Allah’a kulluk etmeyi tercih eder. Dostları, çektiği sıkıntıları ve fakirliğini gidermek için ona tekrar tekrar para yardımında bulunmak ister fakat o sunulan hediyelerden hiçbirini kabul etmez. Yardım tekliflerini geri çevirmesinin gerekçesini ise şöyle açıklar:
“Birkaç okka yün eğirip satılsın diye pazara göndermiştim. Karşılığında bir akçe beklerken elime iki akçe geçti. İki akçeden rahatsızlık duydum, bana ağırlık verir diye birinden kurtulmak istedim. O sıralar bir battaniyeye ihtiyacım vardı. Komşuya sipariş edip akçeyi verdim. Çok geçmeden geri döndü ‘Ne renk olsun?’ diye sordu. Bu işte bir hikmet var, battaniye gelmeden fitnesi geldi diye düşündüm ve almaktan vazgeçtim. O akçeyi de sadaka olarak verdim. Baş koyduğum öyle bir yol ki ne renk kabul eder ne ağırlık!” Râbia bütün ihtiyaçlarını Rabbinin ellerine bırakır. O’ndan hiçbir zaman O’ndan gayrı bir şey istemez, O’na zikir ile yakınlaşır ve başka her şeyin zikrini terk eder. Bunun adı aşktır.
Kuşeyrî aşkı “aşktan mest olmuş kalbin ebedî isteği, sevgiliyi bütün dostlara tercih etmesi, sevgiliyle uyumu aşığın özelliklerinin silinmesi, sevgilinin hakikatinin ortaya konması ve son olarak da kalbin Rabbin arzusuna bağlanması” olarak tanımlar. (Risale, s.188.) Şiblî, “Aşk odur ki kalpten sevgiliden gayrı her şeyi siler. Aşk, kalpte sevgilinin arzusundan gayrı her şeyi yakan bir ateştir.” der. Attar, Rabia’nın Allah’ın kendinden gayrı her şeyi silen aşkına ise şu sözlerle değinir. “Bir gün Râbia’ya sordular: ‘Râbia âşık mısın?’ Rabia ‘Âşığım.’ dedi. ‘Şeytanı düşmanın olarak görüyor musun?’ dediler. ‘Hayır.’ dedi. ‘Nasıl olur?’ dediler. ‘Allah aşkım şeytandan nefret etmeye yer bırakmadı.’ diye yanıtladı.” (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l Evliya, s.67.)
Râbia’nın ilahi aşk anlayışının ibadete bakışına da yansıdığı görülür: “Allah’a cehennem korkusundan kulluk etmedim. Eğer korku ile kulluk etseydim sefil bir uşağa benzerdim. Allah’a cennet sevgisi ile de kulluk etmedim. Çünkü verilen uğruna kulluk etseydim kötü bir kul olurdum. O’na, yalnız O’nun aşkından ve O’nun arzusundan ötürü kulluk ettim.” (Ebu Talib, Kûtü’l Kulûb, II, s.57.) “İlahî! Eğer ben sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak! Eğer cennet ümidiyle sana kullukta bulunuyorsam beni ondan mahrum et! Eğer sana olan sevgimden dolayı sana ibadet ediyorsam o zaman senin ezelî cemalinden beni mahrum etme!” münacatı da bu bakımdan önemlidir.
Bir gün kendisinin hizmetinde bulunmak ve ondan ilim öğrenmek isteyen bir hanım ”Allah’a giden yol için size verilen ilimden nasiplenmeyi çok isterim.” der. Râbia’nın cevabı ise ilahi sırların ilmine ulaşmak için sadece aşka ihtiyaç olduğunu belirtmesi açısından manidardır: “Bu ilim öğretilmez. Bil ki gözden Hakk’a geçit yoktur. O’na dil ile de varılmaz. Kulağınla işittiklerin amel değil havaya uçan sözdür. El ayak desen hayret vadisinde sürüklenir durur. Bu durumda iş kalbe düşer. Kalp için de gerekli olan yakazadır. Ancak kalbi uyanık olan sahibini tanır. Başka birine de ihtiyacı yoktur. Zira kalbin sahibi orayı öyle bir kaplar ki ikinci bir varlığın gölgesi, düşüncesi dahi oraya sığmaz. Sevgiliyi tanıyan kalp, O’nu merakla, iştiyakla sonsuz bir gayrete yönelir. O’nu bilmek ister. Çünkü bu O’nun bilinmek isteğidir. Bu yolda ancak kalp ile ilerleyebilirsin. O’nda kaybolmak da işte böyle başlar.” (Münire Daniş, Aşk ile Hû, s.75.)
Artık iyice yaşlanmış ve zayıflamış olan Râbia da aşk ve özlem ateşiyle tutuşmaktadır. Kalbi, son günlerinde yine özel bir davetin çekimine kapılır. “Belki de benim yok oluşum bu yolculukta tamamlanacak.” der dostlarına ve yola revan olur. Dostları, bu yolculuğun dönüşü olmayacağını düşünerek onu uğurlar. Rabiâ aylarca süren yolculuktan sonra emeline kavuşur ve sağ salim dönerek kendisini bekleyenleri sevindirir. Fakat bu seyahatten sonra iyice bitkin düşer. Artık terk-i diyar zamanı geldiğini hissettiği bir gün dostlarına “Beni şu duvardaki kefene sarın, kimseye haber vermeden sessizce gömün.” der. Ve karanlık bir gece yüzünde nur, dudaklarında sonsuz tebessüm uğruna iki âlemi de terk ettiği Rabbine kavuşur.
Hayatı hakkında “tarihî” bilgi çok az olsa da rivayetlere dayalı biyografisi, Allah aşkını her şeyin üzerinde tutan kişiler için ideal bir örnek oluşturur. Takvası binlerce kadın ve erkek için ilham kaynağı olan, adı aşk, takva ve sıdk ile eş anlama gelecek kadar ölümsüzleştirilen Râbia, İslam ve Batı kültüründe ilahi aşkın sembolü hâline gelmiştir. Hatta Batı’da üzerinde çalışma yapılan ilk kadın sufidir. Şöhreti Haçlı Seferleri yoluyla XIII. yüzyılın sonlarında Avrupa’ya ulaşmış, XVII. asır Fransız edebiyatında saf aşkın simgesi olarak görülmüştür. Hatta Fransız yazar Jean-Pierre Camus’nün bir öyküsüne konu olmuş, birçok Avrupalı yazarın eserlerinde farklı anlatımlarla yer almıştır. Örneğin, XIX. yüzyılda İngiltere’de yayımlanan R. M. Milnes’in The Sayings of Rabiah adlı şiir kitabı onun sözlerini toplayan eserlerdendir. Batı’da Râbia ile ilgili yapılan ilk akademik çalışma, Londra Üniversitesi’nde Margaret Smith’in hazırladığı “Râbi’a The Mystic and Her Fellow-Saints in Islâm” adlı doktora tezidir. Eserin ikinci baskısı “Râbia Bir Kadın Sufi” adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir.
İrade, samimiyet, teslimiyet, züht, tevekkül, hakikat, marifet gibi meseleler etrafında yaptığı yorumlarla aşk bahsine zengin boyutlar kazandıran Râbia, Yaradan’a duyduğu muhabbeti, hâl ve kâl diliyle teslim etmiştir. Rabbini aşk ile bilmek, kulluğunu aşk ile kemale taşımak isteyen herkes için bir ilham kaynağıdır. O “Amellerimden biri başkası tarafından görülse onu yapılmamış sayarım.” diyecek kadar Melami meşrep; “Hükümdarı O olduğu halde O’ndan bu dünyayı istemeye utanırım. Onun hükümdarı olmayan birinden nasıl alayım.” diyecek kadar edep sahibi, “Ya Rabbim gönlümde senin aşkından başkasına yer kalmasın.” diye dua edecek kadar Hakk âşığıydı.
“Allah’a âşık müminler iki türlüdür.” der Hücvîrî: “İlki Allah’ın onlara verdiği lütuflara ve ihsanlara itibar eden ve bu itibar ile verene âşık olanlar, ikincisi ise aşk ile bütün nimetleri Allah ile aralarında bir perde sayacak kadar sarhoş olan ve verene itibar ile nimeti sevenler.” (Keşfü’l Mahcûb, s.307-308.)
Allah-u Zülcelâl bizlere de Râbiatü’l-Adeviyye gibi kulluk edebi ve Allah aşkı nasip eylesin.