Makale

İyileşmek İçin ‘Kabul'

İYİLEŞMEK İÇİN
‘KABUL’

Esra Oras
Uzman Klinik Psikolog

İçinde bulunduğumuz çağ, hızlı yaşamayı fakat aynı zamanda fiziksel ve psikolojik olarak yorulmamayı tavsiye ediyor. Kişisel gelişim uzmanlarının pek çoğu, isteyince her şeyi başarma gücünü haiz olduklarını anlatarak okurlarını motive etmeye çalışıyor. Yetmiyor, mutluluğun formüllerini anlatıyor, keyifli olmanın anahtarlarını aktarıyor. Bunların iyi niyetli işler olduğu muhakkak. Fakat gel gelelim modern çağın sürekli mutluluğu salık veren, problemsiz hayatın mümkün olduğunu öne süren, “Canını sıkıyorsa uzaklaş, Olumsuz duygulardan kurtul, Bilinçaltı kirli ve habis bir yer; temizlet.” gibi kontrolcü tutumu destekleyen, “Sen, her şeyden ve herkesten daha değerlisin.” düşüncesini öğütleyen bu tavrı; psikolojik sorunların da eş zamanlı olarak artmasıyla herkesin aklına benzer bir soruyu getirdi; “Bu işte bir terslik var!”
Mutlu olmayı, sürekli iyi hissetmeyi, her şeye olumlu bakmayı amaç hâline getiren bakış açıları, formüller maalesef yetmedi, yetemedi. Bu meseleler Avrupa ve Amerika’da uzun yıllardır konuşuluyor ve üzerinde alternatifler üretilmeye çalışılıyor. Zira intihar arttı, narsisizm çığ gibi büyüyor, depresyon en sık görülen hastalıklar listesinde ilk sıralarda. Dolayısıyla maneviyat, kabul, ahlaki değerler artık psikoloji çalışmalarında hiç olmadığı kadar çok gündemde. Öte yandan insanın “mutlu olmak için yaşamak” mottosu, hayatın kötü sürprizleri ve doymak bilmeyen insan nefsi karşısında yenik düştü. Bir yerde demode oldu fakat yazık ki bu algıyı kırmak için önce bahsettiğimiz alternatifleri epeyce geliştirmek durumundalar.
Peki, bizim ülkemizde durumlar nasıl? Görece olarak elbette ki daha iyi durumdayız fakat maalesef ülke psikolojisinin bir haritası çıkarılsa göreceğimiz tablo hiç de içimizi açacak türden olmayacaktır. Zira bireylerin mutlu olmayı hayatının temel amacı hâline getirmesi, dinî ve kültürel değerler ile çatışıyor. Şöyle ki, modern söylemler ne kadar “tercih” diyorsa İslam o kadar “cüz’i irade” diyor. Bizim kültürümüz “Dünya imtihan dünyası, sıkıntı çekecek, çektikçe büyüyeceksin, sabret.” diyor; modern hayat ise “Çekmek zorunda değilsin.”i öğütlüyor. “Dünyaya bir kere geldin, yaşamın tadını çıkar.” diyen medya ile “Ölümü hatırla.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26.) diyen inancımız arasında sıkışıp kalmamak imkânsız. Bu kavram kargaşasının ortaya çıkardığı kaygı ve amaçsızlığın getirdiği depresif hisler, hâliyle psikiyatri polikliniklerine başvuruyu da artırıyor ve gidişat hiç de olumlu değil. Mevcut çatışmaları, kendi öz değerlerimiz ve manevi yaşantımızı referans alarak çözümleyip anlamlı bir bütünlük oluşturmadığımız sürece bu çatışmaların yaratacağı patolojik döngüyü kırmak namümkün.
Bu anlamlı bütünlüğü oluşturmak için psikolojik literatürde son yıllarda önemli bir yer edinmiş kavramlardan biri olan “kabul” kavramından bahsedelim. Zira kabul daha “bizden” bir kavram aslında. Mukadderatı zorlamamak, olmuyorsa “hayırlısı” demek, sabretmek… Dolayısıyla içinde kaldığımız bu çatışmalarda “kabullenmek” gibi bizden olan, alışık olduğumuz bir bakış açısını yeniden hayatımızın içine katmak en makul çözüm. Nitekim buna ihtiyacımız da var. Psikiyatrik bir teşhis söz konusu olsun olmasın, ruhsal olarak yaşanan yorgunluklara eşlik eden cümlelerde hep bir “kabullenilmemiş gerçekler” kokusu var. Yani herkes; kendi hikâyesinin belli dönemleriyle, hayatındaki birileriyle, zihninden geçenlerle, kişiliğiyle, kimliğiyle ve daha nicesiyle bir savaş hâlinde ve maalesef bu savaş sonucunda bahsettiğimiz şeylerden çok azının değişebildiğini söylemek mümkün. Çoğu zaman insan sadece yorulduğu ve yıprandığıyla kalıyor. Bu savaşın yorgun savaşçıları olarak aslında durumun çoğu zaman farkındayız. Bu farkındalık “Kabullenemiyorum!”, “Tahammül edemiyorum!”, “Sürekli bir öfke hâli içindeyim!” şeklinde söylemlerimize de yansıyor ve esasen kabul dediğimiz mevhumdan uzaklığımıza işaret ediyor. Öte yandan kabullenmek olgusuna bakış açımızda da birtakım problemler oluştu. Bu yüzden yazının bundan sonraki kısmında kabul kavramına daha yakından mercek tutacağız.
Biz “Kabul”ü Ne Zannediyoruz?
“Kabullenemiyorum.” cümlesini ilk duyduğum yerde doğrudan şu soruyu soruyorum: “Sizinle ilgili ne değişirse kabullenmiş olduğunuzu anlayacaksınız?” Aldığım cevap ise genelde hep şu minvalde oluyor: “artık aklıma gelmezse”, “aklıma gelince beni üzmezse”, “kendimi rahatsız hissetmezsem”, “bu olumsuz duyguları hissetmezsem”. Yani özetle “kabul” bir ilaç, tüm olumsuz duygu ve düşüncelere karşı bir panzehir, hâliyle ondan beklentimiz çok yüksek fakat biz bunu yapmayı ba-şa-ra-mı-yo-ruz. Başaramadığımız için kendimizi anormal, eksik ve en moda tabirle “psikolojisi bozuk” olarak nitelendiriyoruz. Oysa büyük haksızlık ediyoruz kendimize, hiç farkında olmadan.
“Kabul” Ne Değildir?
-Kabul; kızmamak, kırılmamak, üzülmemek, kaygılanmamak ve daha bilumum olumsuz duyguyu hissetmemek değildir.
-Kabul; geçmişi hatırlamamak, hatırlayınca bunalmamak, geçmiş karşısında hissiz kalmak değildir.
-Kabul, karşımızdakinin olumsuzluklarını fark etmemek ya da fark edince kızmamak değildir,
-Kabul, yapılan haksızlıkları fark etmemek ya da hiç umursamamak değildir.
-Kabul, bir rahatlama tekniği değildir.
“Kabul” Nedir?
Dilerseniz kabul olgusunun tanımına bir örnekle giriş yapalım. Oruç tuttuğunuz günlerden birini düşünün. Açsınız, mideniz gurulduyor, ağzınızda nahoş bir tat ve muhtemelen bir koku var, tüm bunlara eşlik eden hafif bir baş ağrısı ve ara ara gelen mide yanmaları… Kısacası her biri birbirinden rahatsız edici hislerle ortaya bir eylem koymaya (oruç) ve o eylemi sürdürmeye çalışıyorsunuz. Normalde oruçlu olmasanız tüm bu hisleri ortadan kaldırmak için yemek yer ve anında enerji toplardınız. Baş ağrınız geçmezse bir ağrı kesici alırdınız.
Diyelim ki başka bir sebepten açlığınızı dindiremediniz, ne kadar öfkeli olursunuz bir hayal edin. Mideniz yandıkça, başınız ağrıdıkça elinizdeki işi bırakıp bir an önce açlığınızı dindirmenin yollarını ararsınız. Size neden işleri yarım bıraktığınız sorulduğunda ise “Çok açım, başka bir şeye odaklanamıyorum!” diye cevap verirsiniz. Fakat oruçluyken oruçla yetinmiyor, namazınızı kılıyor, işinize gidiyor ya da evinizde layıkıyla çocuklarınızla ilgilenip temizliğinizi yapıyorsunuz. Şimdi, şöyle bir düşünün. Tüm bu eylemleri yaparken orucun sebebiyet verdiği az önce saydığım olumsuz hisler ortadan kalkıyor mu? Ara ara azalsa da bu zorlayıcı fiziksel etkilere maruz kalmaya devam ettiğiniz gibi bir gerçek var ortada. Yani oruçla açlığı “kabullenmiş” oldunuz ve açlığın getirdiği fiziksel zorlukla savaşı kestiniz. Biliyordunuz ki iftar saati gelecek, açlığınız dinecek ve dediniz ki “Beklemeliyim, sabretmeliyim.” İşte kabul tam da bu. Değiştiremeyeceğiniz şeyleri acısıyla birlikte hikâyenize dâhil etmek, ona metanet göstermek, sabretmek ve kaldığınız yerden devam edebilmektir. Yani değiştiremeyeceğiniz şeylerin oluşturduğu olumsuz duygulara ve zorluklara hayatınızda yer açabilmektir. Kırılmaya, kızmaya, üzülmeye, kaygılanmaya izin vermek fakat bu duyguların hayatınıza engel olmasına izin vermemektir.
Dikkat edin pek çoğumuz olumsuz duygularımızı gerekçe göstererek deneyimlemekten, ilerlemekten, sorumluluk almaktan kaçıyoruz; kaçtıkça hareket alanımızı sınırlandırıyor, donuklaşıyoruz. Sınırlanmakla birlikte gelen hareketsizlik bizi her manada hasta ediyor. Bu hastalık bazen anksiyete bozukluğu ismiyle bazen migren bazen ülserle ortaya çıkıyor. O yüzden iyileşmek için kabullenmek zorundayız; duygularımızı, düşüncelerimizi, hikâyemizdeki acıları ve değiştiremeyeceğimiz daha nicesini…
Yazımı kıymetli bir danışanımdan öğrendiğim bir duayla sonlandırmış olayım:
“Allahım! Bana, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için metanet, değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, ikisinin arasındaki farkı anlayabilmek içinse sabır ver.”
Amin.